22 Şubat 2009 Pazar

İLK ROMANLA ATILAN ÇIĞLIK - SADIK ASLANKARA

Cumhuriyet Kitap, 19 Şubat 2009

ROMAN EVRENİYLE SES VERMEK…
Son aylar içinde okuduğum ilk romanlar neler oldu? Saba Kırer’den Jako (Everest, 2008), Eylül Eraslan’dan Küllerim Savrulurken Geçmişe… (Marka, 2006), Behçet Çelik’ten Dünyanın Uğultusu (Kanat, 2009), Şakir Doğan’dan Yaratıcım ve Ben ( Kora, 2006)…
Bu kadar değil elbette okuduklarım, nitekim aralıklarla üzerinde duruyorum ilk romanların. Demek istiyorum ki, öteki ilk romanlara da gelecektir sıra…
Yazınsal deneyimleri, geçmişleri ne olursa olsun türe değgin ilk verimlerinde yine de “çiçeği burnunda” birer heyecanlı yazar konumunda bu adların tümü de, yürekleri tıpırtı içinde. Gerçekten de sözgelimi bunlardan özellikle Behçet Çelik, öykü alanındaki süreğen, direngen verimleyişiyle dikkati çeken bir yazarımız... Onun kimi öyküleri üzerine geçmişte bir çalım durmuştum “Kitaplar Adası”ında, yakınlarda tüm öyküleri üzerinde bir yazı kaleme almayı tasarlıyorum bu arada. Böyle düşünürken ben, Behçet Çelik, apansız bir ilk romanla çıkageldi: Dünyanın Uğultusu.
Bir yazarın öykücülükte kendini bileyerek yazınsal verimini sürdürmesi başkadır. Bunu en iyi öykücüler bilir diyeceğim, öteki türlerin verilmeyicileri bağışlarsa beni… Bu yargımda kendi deneyimlerimin payı büyük kuşkusuz… Bunun da verdiği cesaretle, öykücülerle denemecilerin kaleme aldığı ilk kitapların öteki yazarların ilk kitaplarına oranla dilsel açıdan açık farkla doygunluk, tamlık yansıttığını söyleyebilirim. Ancak öykücüler dille, sözcüklerle, tümcelerle oynar, bu anlamda seçicilik yansıtırken roman oylumuna yayılan çalışma içinde öykü konusundaki sabrı, disiplini yansıtamayabiliyor zaman zaman. Böylesi zayıflık taşıyan bir tutumu hemen bütün öykücülerimizce verimlenen ilk romanlarda gözlediğimi öne sürmekten çekinmeyeceğim. Denemecilerimiz de dilde güzellikler sergiledikleri halde verimlerinde denemeciliklerinin yüzeye vurmasına engel olamıyor bir türlü.
Bu çerçevede Behçet Çelik de, beğenerek okuduğum değerli bir öykücümüz olduğu halde, yazarın bu ilk romanında öykülerinde rastlanmayan dilsel savrukluklarla karşılaşılabiliyor. Ama bu durum, Dünyanın Uğultusu’nun önemli bir roman olmasını engellemiyor yine de. Neden önemli Çelik’in romanı? Bir kez altı çizilerek belirtilmesi gerekiyor; pek çok yazarın boş verdiği, en hafif deyimiyle gönül indirmediği konuları kendine dert ettiği; ekonomik, toplumsal çalkantıları, bunun yansıması olarak yaşanan günümüzdeki ekonomik krizi, bunların zorunlu sonucu olarak işsizliği, sonuçta “dünyanın uğultusu”nu odağa aldığı için önem taşıyor bu roman ilk önce…
Sonra bütün bunları, gündelik yaşam içinde, olgusallık paydasında yansıtmaya çalışırken, alçakgönüllü bir örüntülemeyle olup biteni kavramlaştırmaya çabalıyor… Sormak gereği duyuyorum, okur olarak siz kaç romanda işsiz insanın psikolojisine inildiğine tanık oldunuz acaba, aşksız kalmış insanların kısılmışlıklarına, aile, arkadaş çevresi, toplum kıskacında gündelik çözüm arayışına, yine günübirlik yaşanılanlar açısından ayrıntıya inilip geniş yer açıldığına?...
Hadi diyelim bunlar, romanın dış çatısı, kurulan evreni bağlamında, işlevselliğine dönük yaklaşım içeriyor. Yapıtın güzelduyusal nitelikleri, kahramanlarının karakter bağlamındaki yapılandırılışı üzerine neler söylenebilir, gelin biraz da bunun üzerinde duralım öyleyse…
BİRİKTİRİLEN ROMANDAN ROMAN BİRİKİMİNE… Ahmet, yaşı kırka varmış, bir açıdan kırk yaş korkuları yaşamaya koyulmuş taşra kökenli biridir. Sevgilisinin bırakıp gidişi üzerine bir de işten çıkarılır. O güne dek neredeyse “kıpırtısız” sürdürdüğü yaşamı birden “kıpırtılanmaya” başlar. Behçet Çelik, kahramanını kendi bakışıyla yapılandırırken “elöyküsel” anlatımı yeğliyor. Ahmet’in rastlantıyla tanıştığı Aynur’u da kadının kendi bakışıyla, yani özöyküsel bakışımla, ama “elöyküsel” aktarımla anlatıyor. Ahmet, yaşamında eksilenlerle birlikte yenice başlayan kıpırtıyı birlikte değerlendirir; daha canlı, eylemli biçimde kendi yaşamına dönük hesaplaşmalara, sorgulamalara girer, bunlar üzerine düşünür. Ancak kendi yaşamına, bu yaşam içindeki oluntulara karşı çelişik duygular içindedir hep. Örneğin sevgilisinin bırakıp gidişini engellemek için hiçbir çaba göstermemiştir, ama yeni kuracağı ilişkiler içinde kadınlara karşı kendini sınamayı çok istiyordur. Ahmet’in Aynur’la Ayla’ya karşı tutumunda izleriz bunu. Çelik bir yazarın kahramanını yaratıp yapılandırırken en başta çelişkilerden yararlanması gerektiğini çok iyi biliyor. Böyle olunca romanın gerçektenlik duygusu alabildiğine yükseliyor elbette. Nitekim işsiz kalmak tekdüze yaşamını değiştirir Ahmet’in. Kıpırtısızlık da kıpırtıya dönüşür enikonu. Sözgelimi “işsizler ordusu”na katılmış olmakla birlikte “tuhaf” bir rahatlık da duymuştur bu durumundan. Ama cehennemtedirginliği de yaşar bu arada. Diyeceğim, bir yandan kendi doğrularını yaşamaya çabalar, öte yandan işsiz, aşksız kalışın derin tedirginliğini, korkusunu yaşar… “İşsiz insan n’apar? İşsiz insan n’apar?” (18) Salt bu yineleme bile bir adres oluşturabiliyor romanda kolayca. ( İşsiz kalınca politik oldum, diye düşünüp gülümsedi. Neydi? Hah, sınıf bilinci…” (19) Bu yöndeki korkuların, tedirginliklerin bir benzerini Ahmet’in ilgi duyduğu Aynur için de Ayla için de öne sürmek olası. Böylelikle yazar, roman kahramanları aracılığıyla bir “kamera göz” niteliğinde alıcısını gezindiriyor toplum içinde. Bütün bunlar dikkate alındığında Dünyanın Uğultusu, yaslandığı gerçekçi toplumsal ilişkiler ağı üzerinde yapılandırılan evreniyle, ancak romancılığın bir başka olmazı bağlamında gereksinilecek kurgusal bağlantıların göz ardı edilmediği yapıt olarak nitelenebilir. Kahramanları aracılığıyla dünyanın uğultusunu duyurabiliyorsa eğer bir roman, okurda yüksek gerçektenlik duygusu da bırakacaktır ister istemez.
Bütün bunların ardından, gereksiz pek çok yinelemeye hatta roman evreni içinde işlevsizce yer verilmiş onca kişi adına rastlansa da Behçet Çelik’in Dünyanın Uğultusu ile yazınımıza alçakgönüllü, güzel bir “ilk roman” sunduğu kabul edilmeli…

18 Şubat 2009 Çarşamba

AÇIK PENCERELER - BÜLENT USTA

BirGün, 18 Şubat 2009

Bir sürü penceresi bulunan, büyük bir odadayım sanki. Açıyorum pencerelerden birisinin perdesini, karşıma yakılıp yıkılmış bir kentin sokağı çıkıyor. Sonra başka bir pencereyi açıyorum, işsizlerden oluşan bir kuyruk çıkıyor karşıma bu defa. Bir başkasında hemen pencereyi kapatıyorum, çünkü gaz bombalarının atıldığı bir sokağa bakıyor. Düğün ya da cenaze alayları geçiyor sokaklardan. Bazılarının pencere olmadığını görüyorum sonradan. Pencere şeklinde ekranlar konulmuş… Bazı ekranlarsa, sadece içinde bulunduğum odayı gösteriyor. Kendime bakıyorum, pencere görünümündeki ekranlardan. Bir süre sonra, tüm pencerelerin birer ekrana dönüştüğünü ve o ekranlarda görmem istenen şeyleri gördüğümü fark ediyorum. Yanıp yıkılmış sokaklar yok orada… Hayalini kurduğum sokaklar, insanlar, birbirinden renkli ve ilginç olaylar izliyorum. Bir süre sonra izlediğim şeylerin gerçekten de hayatın kendisi olduğuna inanmaya başlıyorum. Sözünü ettiğim o büyük oda, hapishaneye mi, yoksa akıl hastanesine mi dönüşüyor git gide? Hapishanelerin ve akıl hastanelerinin ortak noktalarını düşünürsek, ikisi birden de diyebiliriz. Aslında “akıl hastanesi”, Türkçeye özgü mükemmel bir tanım da taşır içinde: Akıl, hastadır çünkü… Ayfer Tunç’un Can Yayınları’ndan çıkan Bir Deliler Evinin Yalan Yanlış Anlatılan Kısa Tarihi adlı romanında, sırtını denize dönmüş akıl hastanesi, bir Türkiye metaforu olarak sunuluyor örneğin. Bu metaforla, hem denizlerle çevrili bir ülke olmamıza rağmen denizden uzak duruşumuz, hem de yaşanılan ve yaşatılan olaylara bakarak ülkenin büyük bir akıl hastanesine dönüştüğüne işaret ediyor yazar. Roman, adı gibi uzun ve 100-150 yıllık bir Türkiye tarihiyle yüzleştiriyor bizi. Ayfer Tunç’un hem dile ve kurguya hakimiyeti, hem de diğer kitaplarında da tanık olduğumuz karakter zenginliği, bu romanda da karşımıza çıkıyor. Aslında romanın bende uyandırdığı duygu, bir tür röntgenciliğe denk düşüyor. Hani iş yerinizdeki birisini ya da bir arkadaşınızı, yakın olduğunuz birisiyle çekiştirir, dedikodusunu yaparsınız ya, Ayfer Tunç’un romanındaki anlatıcı da böyle bir his bırakıyor insanda. Örneğin romanın başlarında özel bir üniversitenin öğretim üyelerinden Ülkü Birinci’yi anlatırken, onun aşk hayatından üniversite kariyerinin yüzeyselliğine, geceleri gizlice yaptığı chatlerden yaşadığı kaçamaklara kadar pek çok ayrıntıyı öğrenebiliyoruz. Elbette bu ayrıntıların her birinin romanda bir işlevi var. Romanda karşımıza çıkan, devrimci, doktor ya da tavernacı gibi karakterlerin tümü, hayatın-hayatımızın içinden karakterler. Behçet Çelik ise, Kanat Kitap’tan çıkan ilk romanı Dünyanın Uğultusu'nda bu röntgenciliği bir başka biçimde yapıyor. Ayrıntılar ve olaylar, romandaki karakterlerin iç dünyalarında aranıyor daha çok. Elbette bu iç dünya, dış dünyadan bağımsız değil. Ama içeriden bakılan, içerideki bir dış dünya söz konusu olan… Ayfer Tunç’un ironik bir dille anlatmayı tercih ettiği insanlar, Behçet Çelik’in romanında varoluşsal ya da toplumsal acıların ortaklığında buluşuyor. Birbirine zıt iki pencereden hayata bakıyor görünseler de, aslında iki yazarın da kendilerine mesele ettikleri şeyler ortak: İçinde bulunduğumuz o büyük odanın pencerelerini açmak… Bu iki romanın içinde gezinirken, Foucault’nun Ayrıntı Yayınları’ndan çıkan ve seçme yazılarından oluşan Büyük Kapatılma adlı kitabındaki bir makalede söylediklerini anımsadım. “On dokuzuncu yüzyıl boyunca ve yirminci yüzyılın ilk yarısında siyasi bilgi, ekonomik gelişmeyle bir arada olmak zorundaydı. Yıllar geçtikçe, ekonomik gelişmenin bireylerin yaşamı üzerinde olumsuz etkiler ürettiği de görüldü. Öyle ki, şimdi iktidarın bilgeliği bu gelişmenin meydana getirdiği etkilerin sürekli olarak düzeltilmesinde yatmaktadır” diyordu Foucault… Siyasi bilginin, iktidardaki elitlere terkedilmesinin sonucu olarak, yöneticilerin doktor, halkın da hasta olduğu büyük bir tımarhane, zorunlu bir yaşam biçimi olarak dayatıldı günümüz insanına… Mesele, bu tımarhaneden çıkış yollarını araştırmak... Bunu için de Foucault’nun Nietzsche’yi örnek vererek, her entelektüel filozof-gazeteci olmak zorunda dediği şeyi yapmak gerekiyor belki de, hakikatin tıpkı ekranlara dönüşen pencerelerdeki gibi iktidar tarafından rehin alındığını düşünürsek. Kitlelerin bilmek için entelektüellere ihtiyacı kalmamıştır, ama entelektüellerin “iktidar biçimlerine karşı, bu biçimlerin hem nesnesi hem aracı olduğu yerde mücadele etme”si de kaçınılmaz. Edebiyatın hakikatle kurduğu ilişki, bu açıdan çok mühim… Hayata baktığımız pencereler çoğaldıkça, daha çok hayatın içinde hissedeceğiz kendimizi… Dünyanın Uğultusu'ndaki Ahmet, romanın bir yerinde şöyle konuşuyor kendisiyle: “Akıl, evet akıl. Tek yol gösterici. Aklın yolunu izlemeli insan. İş aramaya başlamadan, bulmadan, şu can sıkıcı günlük rutini kırmadan, hiçbir şey değişmez –böyle diyor akıl. Doğru söz -bu da söz!- ama midesi kasılıyor aklın tavsiyeleriyle. Aklın söylediklerinde mi bir terslik var, bedenin tepkilerinde mi?” Dünyayı kocaman bir tımarhaneye ve hapishaneye çeviren akılla yüzleşmek için, edebiyatın yol göstericiliği şart.

16 Şubat 2009 Pazartesi

"DÜNYANIN UĞULTUSU" - PAKİZE BARIŞTA

K Dergisi, sayı: 123, 06 Şubat 2009


Edebiyat ne soru sorar ne de cevap verir.
Bilinenin aksine, edebiyat aslında konuşmaz da. Dinler sadece, dinlediğini de aktarır sonra.
Edebiyatın dinlediği ve aktardığı, bir boşluğun dolduruluşudur yalnızca. İnsan, hep kendi boşluğunu doldurma çabasında olduğundan, kendi macerasını kendi yaratmak zorunda kalan bir canlıdır. Ve kendi doğumunun ebesi olarak, bu zorunlu varoluşunun çığlığını evrene salar. Edebiyat da, işte bu şaşkınlık sesini, bu bir tür huzursuzluk titreşimlerini dinleyerek, aksiseda olarak gönderir aynı insana. Bu süreç içinde edebiyat, aslında dinlediğini kendi meşrebine göre dönüştürerek ulaştırmış olur okuruna. Sanki ölümsüz olan tek şey edebiyattır bu anlamda; çığlığı, duyguya dönüştüren sadece edebiyattır çünkü.
Hikâyeleriyle tanıdığımız Behçet Çelik, ilk romanı Dünyanın Uğultusu’nda, çoğunluğun (kalabalığın) içindeki tekil kişinin çeşitli kader ortaklıklarına dokunuyor adeta.
Homo sociologicus, mademki bir insani ortaklıktır; o zaman edebiyat da, bu ortaklığın derinlerine doğru ilerleyip –pek çok yazarda olduğu gibi-, Behçet Çelik’in kalemi aracılığıyla da, bu ortaklığın sırlarından birini ifşa edebilir: “İnsanlar eşit diyenler haklardan, özgürlüklerden söz ediyorlardı, en büyük eşitlik aynı acıyla kavrulmanın ortaklığıydı.”
Edebiyata göre bir insanlık ortaklığıdır bu.
Behçet Çelik dünyanın fiziğinden, sistemin kimyasına, toplumun sınıfsal payandalarına; bireyin garanticiliğinin aslında garantilerini nasıl yok ettiğine kadar uzanan kapsayıcı bir uğultuyu, edebi bir lezzetle önümüze koyuyor romanında; hem de oldukça şaşırtıcı bir sosyo-ekonomik ve psikolojik çalkalanmayla birlikte. Uğultunun içindeki duyulur duyulmaz müzikaliteyi de incelikle edebileştiriyor aynı zamanda.
Romanın başkahramanı Ahmet, bilgisine, işine gücüne güvenen, sınıf atlama değilse de, yükselme hevesi taşıyan bir küçük burjuvadır. Ekonomik kriz nedeniyle işinden kovulduğunda ortada kalır; bu hiç beklemediği durum, önce belli bir sükûnetle karşıladığı, sonraları iç kaosa dönüşen bir ruhi hal olacaktır onun için.
“Bütün kargaşalar doğaldı, azdı hatta. Bunca insanın çoktan birbirini yemesi gerekirdi, gene iyi kötü bir düzen tutturmuştu dünya –savaşı, açlığı, yokluğuyla. Üniversitede aldığı derslerde anlatılanlar buydu belki de. İyi kötü bu düzenin nasıl tuttuğunu, bunu tutturan asli yapıştırıcının, paranın bunu sağladığını anlatmaya çalışıyordu hocaları.”
Dünya, para, işsizlik, bir türlü tutturulamayan aşklar, kendine yabancılaşmanın sonucu güvensizlik ve uğultu... Behçet Çelik, daha önceki yazılarında bize ilettiği şifreleri, Dünyanın Uğultusu’nda oldukça açıyor; artık bir roman yapısı var karşımızda zira. Çatışmalardan ortaya çıkan titreşimlerin duygusal sonuçlarını daha da netleştiren, kristalize eden bir edebi mimariye sahip Dünyanın Uğultusu.
“İster inan, ister inanma. Aynı nehre bir daha girilir. Bir daha yanıp tutuşulur. Daha önce yaşananlar görmezden gelinir, geceler boyu kaçan uykular, kurgular, kuruntular… Hiçbir uğultu çalınmaz kulağa –sadece kalbin ritmi.”
Behçet Çelik’in kalemi, bir başka okumayla uğultuyla uğultusuzluk arasında gidip geliyor bana göre. Yazarın huzursuzluğu kimi zaman büyük bir uğultuya dönüşüyor ve sistemi sorguluyor, kimi zaman da kahramanlarıyla o kadar buluşuyor ve o kadar iyi anlaşıyor ki, kendi boşluğunu edebiyatla dolduruyor; başka çaresi de yok zaten –aslında bu hepimiz için geçerli ya-.
Dünyanın Uğultusu, hayatı çok yönlü kapsayıcılığıyla modern Türk edebiyatında kalıcı olmaya aday bir roman bence. Manalar arasında her türlü mülkiyetin –duygusal olanlar da dahil- açığa çıkarıldığı ve aynı zamanda varoluşun da net olarak tanımlandığı bir edebi altçizme uğultusu Çelik’in romanı.
Yazarın mesajı çok açık aslında: “Korku dolu bir şeydi dünyada olmak.”
Behçet Çelik, romanını Cambaz’a ithaf etmiş. Cambaz, Oktay Rifat’ın o muhteşem şiiri; insana hayatı, varoluşu içiyle dışıyla işaretleyerek kavratan bir söylem. Behçet Çelik, bu şiirin satıraralarında yol almış adeta uğultusunda: “Sen eşikte, kedi ağaçta, bulut/ Damda; gök, yarısı yeşil, yarısı/ Sarı, iner denize, başlar oyun./ Hayvanlarım çıkar önce, üstü fil,/ Altı kurt; değişir: balıkla geyik./ Kısarım gündüzümü; bir yarım ay,/ Bir yıldız çadırı geceye dönük./ Sallanırım son ışık trapezinde,/ Bir doğu, bir batı: Korkunç Perende./ Büyü gecem büyü, büyü gittikçe,/ Gittikçe daha yoğun.
Dünyanın Uğultusu, sakin ama edebi örgüsü içinde duygunun birçok halinin karşılaştığı –acıdan tevekküle- şiirsel bir yapıya sahip. Romanda zaman duruyor bazen, hatta donuyor; ama bazen de kıvrak bir edebi çalımla doludizgin uzaklaşıyor insandan. Romanda bir kahve falı pasajı var ki; hem Oktay Rifat’ın şiirinin hayat taklaları içindeki harekete uymaya çalışan, hem de zamanın bu iki halini Ahmet’in hayatını deşifre edercesine okuyan bir bölüm bu: ““İşsizliğin de senin seçimin. İş de senin önünde bir engeldi. Bu yüzden işsizsin. Bu yüzden özgürsün. İçindekinin seçimi bu, unutma. (...) Hep şaşırmışsın hayatın boyunca, başkalarının nasıl olup bir fikrin, bir liderin, bir kadının ya da erkeğin peşinden gidebiliyorlar diye. Gidemeyişlerin bundandı senin.”
Behçet Çelik, bu romanıyla hayatımızı aydınlatmaya çalışıyor adeta; ama bu aydınlatma oldukça acılı.

DÜNYANIN UĞULTUSU VESİLESİYLE BİRKAÇ SÖZ - ERTUĞRUL AKGÜN

BirGün, 16 Şubat 2009

Marx’tan uzun ve “ilahi” bir alıntıyla başlayalım. Şöyle diyor Marx: “Makineler, yeni uygulandıkları yerlerde kol işçilerini yığınlar halinde sokaklara dökerek ve makinelerin geliştirildikleri yetkinleştirildikleri ve yerlerine daha üretken makinelerin konulduğu yerlerde ise işçileri daha küçük yığınlar halinde işlerinden ederek, aynı sonuçları yaratır.” Ve şöyle devam ediyor “kutsal” metnine Marx: “Bu savaşın şöyle bir özelliği vardır: Bu savaşta, çarpışmalar, işçi ordusunun askere alınmasından çok, terhis edilmesiyle kazanılır. Generaller; yani kapitalistler, kim daha çok sanayi erine yol verecek diye aralarında yarışırlar.”[1]Genç nüfusunun yarıdan çoğunun resmi istatistiklere göre bile işsizlikle boğuştuğu bir ülkede, işsizliğin en temel ve yakıcı iktisadi sorunların başında geldiği hususu, vicdan sahibi tüm sosyal bilimcilerin kabulüdür. Öteki taraftan, gittikçe istihdam yaratma kapasitesini yitiren, iktisadi büyüme ile istihdam arasındaki korelasyonu tersine çeviren kapitalist sistem yıkılmadığı sürece, işsizliğin “gelecek zamanlarda” da en temel sorunlardan biri olacağını ifade etmek kehanet olmasa gerek. Ne var ki; bu realiteye rağmen, her ne hikmetse işsizlik gibi sahici bir sorun bilhassa 1980’den sonra ivme kazanan post-modernizm nedeniyle edebiyatta, romanda hak ettiği yeri bulamıyor. Artık edebiyatçılarımız hiç kimsenin kurmadığı “ilginç” cümleler kurmayı ya da hiç kimsenin bul(a)madığı! mistik temalar işlemeyi yaratıcılık olarak telakki ediyor.Sait Faik’in sıradan adalı, Orhan Kemal’in işçi, Yaşar Kemal’in köylü kahramanları ıssız köşelerinde terk edilmişliğin acısını yaşıyorlar ve umutla bekliyorlar tekrardan hatırlanacakları günleri. Şimdilerde, edebiyatta en başta da romanda sıradan ve sahici işçi, köylü, devrimci karakterlerin yerini umudunu yitirmiş, bir varoluş bunalımı içinde oradan oraya savrulan sentetik karakterler alırken; roman çubuğu madunlardan ve onların yaşamından, acılarından, üst sınıfların yaşamına, hazlarına büküyor. Toplumun elleri nasırlı, paçaları çamurlu çoğunluğu, uçağa atlayıp bir öğlen sevişmesi için kilometrelerce mesafe kateden karakterlerin gölgesi altında eziliyor. Demem o ki; sınıfsal pusulasını şaşıran, kendi kardeşlerinin ayağına kurşun sıkan “kara yüzlü” roman yıkıcı ve kurucu olma, umudu inşa etme misyonunu post-modern ellerde kaybetti.Sanırım meramımı Ahmet Oktay’dan nakledeceğim şu cümleleri iyi açıklar: “Bir zamanlar romancılarımız, öykücülerimiz “örfi idare” günlerinde bile Medarı Maişet Motoru (1944) gibi kuşku uyandırıcı adlarla kitap yayınlar, yeri düştüğünde bir gelecek ve bir dünya tasavvurları olduğunu gösterirlerdi” dedikten sonra Oktay Sait Faik’in Şahmerdan öyküsünden şu cümleleri naklediyor: “Yürümek istiyorum. Cennetlerin olduğu yere doğru. Ne açlıkları, ne açları, ne beni kızına münasip görmeyen zengin tüccarı, hiçbir şeyi düşünmeyeceğim. Bırakın beni harpler. Kadınlar… Çocuklar… Açlar… Deliler… Yürümek. Şoseden ayrılan yoldan cennete doğru yürümeye bırakın” ve yine devamla Faik’in Havada Bulut öyküsünden aktarıyor Oktay: “Nasıl bir dünya mı? Haksızlıkların olmadığı bir dünya. İnsanların hepsinin mesut olduğu, hiç olmazsa iş bulduğu, doyduğu bir dünya. Kafanın, kolun çalışabildiği zaman muhakkak doyabildiği, eğlenebildiği bir dünya.”[2] Bir de yakın zamanlarda yayınlanan bir romandan bakalım dünyaya. Yazar, “devrim vaktiyle bir ihtimaldi ve çok güzeldi” ve “ruhuma bir hayat yakıştıramadım”[3] diyor. Çok fazla lakırdıya gerek bırakmayan, bu iki alıntı arasındaki farkın romanımızın serancamını iyi özetlediği kanaatindeyim.
İŞSİZLİK ÜZERİNE BİR ROMAN
Bu kısa ve kaba girişten sonra, gelelim yazının konusuna yani Behçet Çelik’in Kanat Yayınları’ndan çıkan ‘Dünyanın Uğultusu’ adlı romanına. Gerçek hayatın dertlerinden kopmanın, “efsunlu” cümleler kurmanın, marjinal hayatları anlatmanın yaratıcılık ve edebiyat sanıldığı bir iklimde işsizlik ilgili bir roman kaleme almış Çelik. Sadece bu yönüyle bile Çelik’in romanının takdire şayan olduğunu ifade edebilirim.1980 sonrasının yükselen kuşağı yuppilerin; genç, başarılı ve yakışıklı, kendine güveni sonsuz, sınıfsal anlamda çarpık bilince sahip “beyaz Türklerin” ilk karşılaştığı şok olan 2000 Kasım ve 2001 Şubat krizleri sonrasında sarsılan hayatlarını ve liberal felsefi itikadlarını, romanın ana kahramanı Ahmet vasıtasıyla mercek altına almış yazar. İşsizlikten, işsiz kalanların çareyi sistemin işsizler için ürettiği mekanizma içinde aramasına kadar; işsizlik ve yan tesirlerini, işsizlik ve yan yaşamlarını masaya yatıran yazar, geniş bir pencereden bakıyor işsizliğe ama bu geniş bakış, bu çok şey anlatma kaygısı yazarın ayrıntılı bir biçimde işsizliğin kuşatıcı psikolojisi, işsizliğin uğultusunun içten içe insanları kemirmesi üzerine odaklanmasını engelliyor. Gerçi haksızlık etmeyeyim, işsizliği ertelediği şeyleri yapmanın bir fırsatı olarak gören Ahmet’in nasıl zamanla hiçbir şey yapamaz olduğuna, işsizlik sorununu çözmeden adım bile atamamasına yazar “İlk başlarda dinlenirim sanıyordum ama anladım ki dinlenilmiyormuş. Yorucu bile oluyormuş işsizlik. Hiç iş bulamazsam diye korkuyorum.”[4] cümleleriyle elbette işaret etmiş. Ama yazar işsizliğin bu yok edici psikolojisi üzerine yoğunlaşmak yerine başka meseleler etrafında daha çok gezinmiş.Kriz sonucu işten atılan Ahmet işiyle beraber hayatın her alanındaki o eski başarısını, hayata olan güvenini kaybediyor. İşlerini ve aşklarını kaybedenleri hiç de Sertab Erener’in, "Yeni bir aşk yeni bir iş/ Yine gülecek bir neden lazım/ Yeni bir haber yeni bir kader/ Bunlar için bana şans lazım/ Yeni bir duruş yeni dokunuş/ Tek tek keşfetmem lazım/ Yeni bir hayat gerisi bayat/ Kendime yeni bir ben lazım," biçimindeki şarkı sözlerinde dile getirdiği türden bir hayatın beklemediğini gösteriyor yazar. Erener’in vazettiği liberal safsatanın hilafına hayatın bize yeni bir iş ve yeni bir aşk sunmayacak kadar acımasız olduğunu gösteren yazar, bu bakımdan hayatın sonsuz fırsatlarla dolu olduğunu vazeden liberal safsatanın da ipliğini pazara çıkarıyor. Kapitalizme karşı örgütlenme, direnme ve mücadele etme azmini kıran, halkların afyonu bu liberal safsatalar yeni bir “ben”in kapitalist sistemin aşılması yoluyla yaratabileceği ve insanların kendilerini özgürce ancak sosyalist bir sistemde gerçekleştirebilecekleri olgusunu gözden ırak tutmaya çalışmaktadır. İşini, eşini değiştirerek, ancak yeni bir “ben” yaratabileceğini zannedenlerin, liberalizmin “yeni” söyleminin iğvasına kapılanların yaratacağı “ben”; kapitalizm koşullarında, eşitsizlikçi sistem var olduğu sürece eskisini de aratan bir “ben” olacaktır. Yazar yalnızca işsizlerin değil, kapitalist sistem koşullarında iş sahibi olan “şanslıların” aslında sıradanlaşan ve yabancılaşan yaşamlarını da anlatıyor. Fakat edebi eserin niteliğinin hayattan kopukluğu, umuda dair doğrudan “mesaj” verme kaygısından uzaklığı ile ölçüldüğü bir paradigmanın hâkim olduğu koşullarda yazar da, kaba olma endişesiyle olsa gerek tüm bu yaşananların müsebbibinin kapitalizm olduğu mesajını vermekten imtina ediyor ya da böyle bir kaygısı yok. Oysa ki, her açıdan metnin içinde olmalı yazar, metne dışarıdan bakmamalı. Ahmet Mithat Efendi gibi araya girip, okuyucuya doğrudan akıl versin de demiyorum ama eserin edebi niteliğine halel getirir kaygısıyla didaktik olmaktan da imtina etmemeli yazar. Metni okuduğunda okuyucu bir “mesaj” almalı ya da bir mesajı tartışabilmeli. Olayların izleyicisi olmak yerine öyle ya da böyle mesajın öznesi ve nesnesi haline gelmeli.Bu babta, tüm karakterlerine eleştirel bir mesafeden yaklaşan, yaşananların fotoğrafını çekmekle yetinen Çelik’in de nerede durduğunu, kimin yanında saf tuttuğunu, alternatif olarak ne önerdiğini işin aslı okuyucu merak ediyor. Bu yönüyle bir umuda işaret etmeyen yazar, kapitalizmin insanların kendilerini gerçekleştirmelerinin, erdemli ve mutlu bir hayat sürmelerinin önündeki en büyük engel olma rolünü ıskalıyor. Sözgelimi şöyle dedirtiyor yazar: “İnsanlar çocuk büyütüyorlar, hesapta diye geçirdi içinden. Bakıcıların geçirdiği zaman daha çok anne babalardan. Ne anladım ben böyle çocuk yetiştirmekten? Yahu bir yeri doğru, mantıklı olsun şu hayatın.”[5] Fikrim odur ki; bu durum hayatın mantıksızlığından daha çok Nâzım’ın ‘Büyük İnsanlık’ şiirindeki şu, "Büyük insanlık sekizinde işe gider/ yirmisinde evlenir/ kırkında ölür/ büyük insanlık," dizeleriyle çok iyi resmettiği kapitalist sistemin insanlığa reva gördüğü bir hayatın sonucudur.Her şeyin gözümüzün önünden bir film şeridi gibi akıp geçtiği bu romanda, karakterlerin hepsi gündelik hayatımızda rastlayacağımız kadar sahici. Fakat yine de bir şeylerin eksikliği hissediliyor bu romanda. Karakterler eklektik, sanki zoraki olarak yan yana duruyorlar. Hrant Dink, bir yazısında iyi bir yemeğin asal unsurunun malzemeleri bir araya getirmek değil, anne sevgisi olduğunu söyler. Kapitalizmin hayatlarımız üzerindeki etkilerini yeterince sorgulamayan, umuda dikkat çekmeyen yazar bu anlamıyla bir şeyleri yarım bırakmış. Yani Nâzım’ın yukarıdaki şiirinin sonundaki “ama umudu var büyük insanlığın umutsuz yaşanmıyor” şeklindeki dizeler eksik bu romanda.
SON SÖZ YERİNE
Her ne kadar Yıldız Ecevit realizmin romanımızın “baş belası” olduğunu ifade etse de, Tanzimat romanından intikal eden “romantik” ve dramatik kalıpların etkisinden romanımız bir türlü kurtulamamıştır. Bu zaviyeden bakıldığında, işsizlik gibi yakıcı ve gerçek bir olguyu işlerken dahi Çelik’in de maalesef aynı anlayışla malûl olduğu görülebilir. Kanaatimce romanın ana kahramanı Ahmet’in Aslı ve Aynur ile tesadüfi karşılaşmaları, esasında romanın gerçekçiliğini deforme ediyor. Daha doğrusu işsizliğin farklı boyutlarını ifşa etmek için romana monte edilen, tabiri caizse gözümüze sokulan bu “romantik” tesadüfler romanın ritmine pek uygun düşmemiş. Bir de son dönem sola eleştirel ama uzaktan ve yukarıdan bakan âkil adam pozisyonundan sıyrılamayan yazar, sınıf kavramından kopmayı edebiyat sayan post-modern egemen ideolojik iklimin etkisi altında kalarak, şöyle Kürt meselesi dolayımıyla kimlik meselesine bir dokunuvererek, yapıtının “edebi değerini” artırmaya çalışmış. Ama ne olursa olsun, gerek karakter gerekse de tema seçimi itibarıyla yazarın son dönem Türkiye edebiyatının bağrında mütevazı bir gedik açtığını da vurgulamakta fayda var. Umarım yazarın açtığı bu gedik edebiyatın doğrultusunu değiştirmesi açısından bir katalizör işlevi görür.

1 Karl Marx, ‘Ücretli Emek ve Sermaye’, Sol Yayınları, Ankara 1999, sf 49.
2 Ahmet Oktay, ‘Romanımıza Ne Oldu?’, Dünya Kitapları, İstanbul 2003, sf. 12.
3 Murat Uyurkulak, ‘Tol’, Metis Yayınları, İstanbul 2003, sf11.
4 Behçet Çelik, ‘Dünyanın Uğultusu’, Kanat Yayınları, İstanbul 2009, sf. 64.
5 Çelik, a.g.e., sf. 79.

8 Şubat 2009 Pazar

KAPİTALİST DÜNYANIN HUZURSUZLUĞU: DÜNYANIN UĞULTUSU - SİBEL ORAL


Taraf, 8 Şubat 2009


Hikâyeci olarak tanıdığımız 2008 Sait Faik Hikâye Armağanı sahibi Behçet Çelik'in ilk romanı Dünyanın Uğultusu Kanat Kitap tarafından yayımlandı.Süssüz, yalın anlatımı ve temiz bir Türkçe ile hikâyelerinde olduğu gibi bu ilk romanında da derinde olana kulak kabartan Behçet Çelik kapitalizmin dişli çarkları arasında "kıpırtısız", "yaşamasız" kalan insanların yaşadıkları ama aslında bir yandan da direndikleri huzursuz bir dünyayı resmediyor. Taşra ile şehir arasında kalmış olan Ahmet'in iki kadın arasında erkek kaygıları baskın gibi görünse de, sosyo ekonomik koşulları, koşulsuzlukları, aidiyetleri, toplum içerisindeki duruşları ve dünyayı algılayışları açısından ele aldığımızda, iki kadın arasında kalmaktan çok, iki dünya arasında kalmış olduğunu açıkça görüyoruz. Eşit acıları, kıpırtısızlıkları, işsizliği, paranın gücünü, huzursuzluğu ve yaşamasızlığı bunalım uçurumundan çekivererek sade, akıcı bir dille aktaran Behçet Çelik'le ilk romanı Dünyanın Uğultusu hakkında konuştuk.
Dünyanın Uğultusu’na dek hep hikâye yazdınız. Hikâyeden romana geçmenizi tetikleyen bir şey oldu mu yoksa süreç doğal mı gelişti?
* Dünyanın Uğultusu’nun arka planındaki ruh halini yazmak epeydir aklımdaydı. Bir önceki kitabım Gün Ortasında Arzu’nun ilk bölümündeki gibi birbiriyle ilişkili hikâyelerden oluşabileceğini düşünüyordum. Başlarda roman fikri yoktu. Roman yazmak için geniş zamanlar gerektiğini düşünüyordum. Konu kafamda olgunlaştıkça hikâyenin uygun form olmadığını anladım. O günlerde bir arkadaşımın beni roman konusunda “tetiklediğini” söyleyebilirim, yazabileceğim konusunda beni cesaretlendirdi. Kalemle kâğıdı elime alıp başladığımda roman olmasına karar vermiştim.
Ben yazar ile kahramanları arasında mutlak derin bir bağ olduğunu düşünüyorum. Zaten hikâyelerin yaratım sürecinde şüphesiz aynı yastığa baş koyuyor ve belki kaldırımda yan yana yürüyorsunuz. Sizin hikâyelerinizdeki kahramanlarınızla aranız nasıl?
* Severim onları, en azından anlarım. Onları yapmak istemeyecekleri şeyleri yapmaya zorlamam. Hoş zorlasam da yapmazlar ya, yapamazlar. Pek yargıladığım da söylenemez. Galiba onları anladığımı hissettiren bir dille hikâyeleri kaleme aldığım için, okuyanlar da çok acımasız yargılarda bulunmuyorlar. Kahramanların sessizliklerinin bazen çıldırtıcı olabildiğini söyleyenler oluyor. Geveze olacaklarına sessiz sedasız tutum almalarından hoşnutum.
Halen editörü olduğunuz Virgül dergisinde Vüs’at O. Bener’in Dost – Yaşamasız kitabı için yazdığınız ‘Hayırlı Boşluk’ başlıklı yazıda; “Bener’in hikâye kahramanlarında, insanların iç dünyalarındaki yoksulluğu örtmek için yaratıp inandıkları süslü örtüler bulunmaz” diyorsunuz. Benzer bir durumun sizin kahramanlarınız için de geçerli olduğunu söyleyebilir miyiz?
* Bu süslü örtüleri kaldırmayı seviyorum, daha doğrusu, örtülerin süslü olduğunu ya da bir örtü olduğunu göstermeyi. Örtünün altında ne olduğunu pek belirtmeden, bazen örtünün altındakileri sezdirerek, örtünün her zaman örtmeyi başaramadığının altını çizmek istiyorum. Sadece iç dünyalarımızdaki yoksullukları örten süslü örtüler değil sözünü ettiğim, gündelik hayatlarımız, ilişkilerimiz de örtülerle dolu. Sevgi sözcüklerimizden saygı duruşlarımıza, sessizliklerimizden gevezeliklerimize pek çok şey daha alttaki, daha sahici olanların üzerini örtüyor. Dipte kaynayıp duranların üzerini ancak taştığı zaman görebileceğimiz mekanizmalarla örtmüş durumdayız. Taşma anını değil, daha öncesini, ama bir şeylerin kaynayıp durduğunu da hissettirerek yazmaya çalışıyorum.
Sizin hikâyeleriniz sanki hiç sonlanmıyor gibi. Bir sonraki kitabınızda ya da başka bir sayfada sürecekmiş hissi veriyor. Belki çok gerçek, gündelik hayatın ve kaygıların derinine girdiği için bitmiyor ve sanki devamı okurda sürüyor gibi...
* Her şeyin anlatıcı tarafından bilindiği, her şeyin apaçık anlatıldığı metinler yerine okurun daha az edilgen olduğu hikâyeleri seviyorum. Okurun bir bulmacayı çözmesini istiyor değilim ama, algı kapılarımızın daha açık olmasının bir yolu da edebiyat gibi görünüyor bana. Önceki soruda dediğim gibi, derinde olana kulak kabartmayı önemsiyorum. Bu tarz biraz da böyle bir kaygının sonucu.
Romanınızdaki ekonomik krizle günümüzde yaşanan ekonomik krizin aynı döneme denk gelmesi için bir tesadüf diyebilir miyiz?
* Bir yanıyla tesadüf; romanı yayınevine geçen sene Mart’ta teslim etmiştim, kriz ise sonbaharda dünyayı etkilemeye başladı. Ama bir yanıyla tesadüf değil, birazcık Marksizm okumuş olanlar, kapitalizmin periyodik olarak benzer krizler yaşayacağını bilirler. Toplumsal arka planında ekonomik kriz bulunan bir roman da bir zaman sonra bir ekonomik krize tesadüf edecektir. Romanın arka planında krizin bulunmasının nedeni kriz zamanlarıyla normal zamanların birbirinden hem çok farklı, hem de bir hayli aynı olduğunu göstermek istemem. Kriz zamanlarıyla normal dediğimiz zamanların birbirini koşulladıklarını düşünüyorum. Normal dediğimiz zamanlar gerçekten normal olsa, bunları krizler izlemez. Normal olan bir kriz hali esasında; ama biz bunun farkına nadiren varıyoruz.
Ahmet işsizliğinin ilk gününde şehirle yeniden tanışıyor sanki. Oysa geçmişinde taşradan gelmiş ve şehrin renklerine karışmayı öğrencilik yıllarında çoktan kafasına koymuş biri olarak görüyoruz. Sanki arada bir yerde kalmış gibi.
* Ahmet işsiz kalmadan önce on beş yıl, belki daha da fazla bir süre çalışmış biri. Çalıştığı yıllar boyunca aynı şehirde yaşamış olsa da, hafta içi gündüzleri şehrin neye benzediğini unutmuş, haftasonlarında ya da akşamları gittiği yerler de başka yerler olmuş. Dolayısıyla işsiz günlerini geçirdiği şehir onun o çok iyi bildiği şehir değil. İşsizlik, ekonomik olduğu kadar toplumsal ve psikolojik yeni durumlara neden oluyor. Daha tasarruflu yaşaması gerekiyor, biraz bunun sonucu olarak, biraz da çalışmıyor olmanın ve geleceğe eskisi kadar güven içerisinde bakamamanın sonucunda daha ürkek, daha çekingen oluyor. Haklısınız; yıllar boyunca alıştığı koşullarla, bir gün kendini içerisinde bulduğu, alışması gereken yeni koşullar arasında bir yerlerde kalıyor.
Ayla ve Aynur’la karşılaşması sanki onu daha erkek kaygılara ve arayışlara yöneltiyor. İşsizliğinin ilk günlerinde kendine dair kaybettiği zamanla yüzleşmeyi ve belki o kıpırtısızlığı yenmeyi deneyecekti ama olmadı ya da başka bir türlüsü oldu.
* Ahmet’i tipik bir beyaz yakalı olarak kurgulamadım. Birçok yönüyle tipik özellikleri olmasına karşın, ayrıksı yanları da olan biri. Ayrıksı yanlarının onu daha sahici kılacağını düşündüm. Özellikle kırkına geldiği halde evlenmemiş olması ona ilişkin ipuçları veriyor. Arkadaşlarının girdiği döngüye girmemiş, ayak diremiş gibi, ama bir yandan da sürüden ayrı olmanın sıkıntılarını da hissetmeye başlamış. İşsiz kalmadan önce de dengesi bir parça bozulmuş. İlişkisini sürdürememiş, iş hayatının kuralları canına tak etmeye başlamış... İşsizlik onda eski zamanlarına dönmüşlük hissi uyandırıyor. Parası olmasa da, gündelik hayatın sıkıcı döngüsünden kurtuluyor, aylaklığı tadıyor. Yıllar önce içerisinde kendini mutlu hissettiği kalıpları, eski ilişki biçimlerini yeniden yaşayabileceğini umuyor. Bunlar ona başlarda iyi de geliyor. Ne var ki, Ahmet Marx okumadığı için tarihin tekerrür edebileceğini, ama bunun ilkinde trajedi ikincisinde komedi olacağını öngöremiyor.
Ayla ile Aynur’un aidiyetleri, toplum içerisindeki duruşları ve dünyayı algılayışları birbirinden çok uzak ve ters. Ahmet’in ortada kaldığı durum iki kadının ortasında kalmaktan çok başka bir şey değil mi?
* Çok haklısınız. O iki kadın Ahmet’in iki ayrı dünyasına hitap ediyor. Biri, arkadaşlarıyla benzeştiği tipik yanına, öbürü onlardan ayrıldığı ayrıksı yanına. Bulunduğu noktada her iki dünyaya da uzak üstelik. Bir ayağı içeride bir ayağı dışarıda olan kişi aslında ne içeridedir ne dışarıda. Ne var ki çoğu zaman içeridekiler içeride sanır, dışarıdakiler dışarıda. Ahmet de arada kalmışlık duygusu içerisinde bir zaman sonra ayaklarını bastığı zeminden bile emin olamamaya başlıyor. Bedeni dışında bir yol göstericisi kalmıyor, bedenin çağrısıyla, arzularıyla hareket etmeye kalkıyor. Arzularımızın da bizden önce belirlendiğini unutmamak gerek. Kendimizle sahici bir ilişkimiz yoksa bedenimizin çağrısının sahici bir yol gösterici olduğunu söyleyebilir miyiz?
Aynur yer yer Ahmet’in romandaki baskınlığını ele geçiriyor sanki...
* Roman üçüncü tekil kişinin ağzından anlatılıyor. Bununla birlikte, Ahmet’e çok yakın, onun omuz başından anlatılıyor. Kimi bölümlerdeyse Aynur’un omuz başına atlayıp onun gözünden bakıyoruz. Dolayısıyla Aynur da romanın bir başka önemli kişisi, diyebiliriz. Onun baktığı açı olmadan, sadece Ahmet’in baktığı yerlerden baktığımızda dünyanın uğultusunu işitsek de bir şeye benzetemeyiz sanırım. Ahmet’in aklıyla, zekâsıyla kavramaya çalıştığı şeyleri Aynur, biraz öfkeli de olsa, hisleriyle tartıyor. Dünyanın gidişinin akıldışı olduğunu baştan görmüş çünkü.
Az önce “Kahramanların sessizliklerinin bazen çıldırtıcı olabildiğini söyleyenler oluyor.” dediniz. Ben bunu Aynur’da hissettim. Tuhaf bir sessizlik vardı onda...
* Ahmet’in nispeten geveze bir zihni var. Dediğim gibi, aklıyla ölçüp biçmeye çalışıyor olup bitenleri. Aynur akıldışının hâkim olduğunu çoktan görmüş. Sessizliği bundan. Anlamaya çalışmak, çözümlemek yerine hislerine güveniyor. Bu onu daha sahici ve sağlam yapıyor – daha mutlu değil. Ama onun mutlu olmak gibi bir beklentisi de yok. Başkalarının mutluluk sandığı şeyin kötü bir karikatür olduğunu iyi biliyor.
Dünyanın Uğultusu için kapitalist sistemi, kadın erkek ilişkilerini, eski dostlukların özlemini, birey olarak kadını ve erkeğin huzursuzluğunu sorgusuz, yargısız ve yanıtsız aktarıyor diyebilir miyiz?
* Kapitalizmin insan türüne verdiği en büyük zarar, her şeyin bir değişim değeri olduğuna ilişkin ideolojiyi yaygınlaştırmış ve bunun aksinin imkânsız olduğunu kabul ettirmiş olması. Değil aşk ilişkileri, aile ilişkileri bile “yürek titreten duygu dolu peçesi yırtılmış ve düz para ilişkisine indirgenmiş” durumda. Kendimizi bile ancak para ediyorsak, ettiğimize inanıyorsak seviyoruz! Yaşanan ekonomik krizin nedeni sadece gayrimenkul ve türev piyasalarındaki değişimler midir? Gezegenin kendisi dâhil, her şeyin alınır satılır olduğuna her geçen gün daha çok inanıyor olmamızın hiç mi etkisi yok bunda? Böyle bir algı hâkimken kadınla erkeğin huzurlu ilişkileri ne ölçüde mümkün olabilir? Kuşkusuz, Dünyanın Uğultusu bu soruları sormayı ya da yanıtlamayı amaçlamıyor. Böyle bir dünyada yaşayan birkaç kişinin neyi nasıl algıladıklarını, ruh hallerinin nice olduğunu görmeye çalıştığı söylenebilir.
Tüm bu iç ve dış huzursuzluklara rağmen roman bir bunalım romanı değil. Huzursuzluklar bile dimdik ayakta. Bu durum karakterlerin gücünden mi kaynaklanıyor yoksa sadece sizin bakış açınızdan mı?
* Karakterlerle bir ilgisi olabilir bunun. Ahmet’in bütün şapşallıklarının yanında kendine yöneldiğinde bir hayli alaycı olabilen zekâsıyla, Aynur’un olup bitenlere bir parça dışarıdan bakabilmesine imkân tanıyan aidiyetsizliği bunda etkili olmuş olabilir. Bunlar olmasaydı kendilerini her an her yerde mağdur hisseden bunalımlı tipler olup çıkabilirlerdi.