16 Şubat 2009 Pazartesi

DÜNYANIN UĞULTUSU VESİLESİYLE BİRKAÇ SÖZ - ERTUĞRUL AKGÜN

BirGün, 16 Şubat 2009

Marx’tan uzun ve “ilahi” bir alıntıyla başlayalım. Şöyle diyor Marx: “Makineler, yeni uygulandıkları yerlerde kol işçilerini yığınlar halinde sokaklara dökerek ve makinelerin geliştirildikleri yetkinleştirildikleri ve yerlerine daha üretken makinelerin konulduğu yerlerde ise işçileri daha küçük yığınlar halinde işlerinden ederek, aynı sonuçları yaratır.” Ve şöyle devam ediyor “kutsal” metnine Marx: “Bu savaşın şöyle bir özelliği vardır: Bu savaşta, çarpışmalar, işçi ordusunun askere alınmasından çok, terhis edilmesiyle kazanılır. Generaller; yani kapitalistler, kim daha çok sanayi erine yol verecek diye aralarında yarışırlar.”[1]Genç nüfusunun yarıdan çoğunun resmi istatistiklere göre bile işsizlikle boğuştuğu bir ülkede, işsizliğin en temel ve yakıcı iktisadi sorunların başında geldiği hususu, vicdan sahibi tüm sosyal bilimcilerin kabulüdür. Öteki taraftan, gittikçe istihdam yaratma kapasitesini yitiren, iktisadi büyüme ile istihdam arasındaki korelasyonu tersine çeviren kapitalist sistem yıkılmadığı sürece, işsizliğin “gelecek zamanlarda” da en temel sorunlardan biri olacağını ifade etmek kehanet olmasa gerek. Ne var ki; bu realiteye rağmen, her ne hikmetse işsizlik gibi sahici bir sorun bilhassa 1980’den sonra ivme kazanan post-modernizm nedeniyle edebiyatta, romanda hak ettiği yeri bulamıyor. Artık edebiyatçılarımız hiç kimsenin kurmadığı “ilginç” cümleler kurmayı ya da hiç kimsenin bul(a)madığı! mistik temalar işlemeyi yaratıcılık olarak telakki ediyor.Sait Faik’in sıradan adalı, Orhan Kemal’in işçi, Yaşar Kemal’in köylü kahramanları ıssız köşelerinde terk edilmişliğin acısını yaşıyorlar ve umutla bekliyorlar tekrardan hatırlanacakları günleri. Şimdilerde, edebiyatta en başta da romanda sıradan ve sahici işçi, köylü, devrimci karakterlerin yerini umudunu yitirmiş, bir varoluş bunalımı içinde oradan oraya savrulan sentetik karakterler alırken; roman çubuğu madunlardan ve onların yaşamından, acılarından, üst sınıfların yaşamına, hazlarına büküyor. Toplumun elleri nasırlı, paçaları çamurlu çoğunluğu, uçağa atlayıp bir öğlen sevişmesi için kilometrelerce mesafe kateden karakterlerin gölgesi altında eziliyor. Demem o ki; sınıfsal pusulasını şaşıran, kendi kardeşlerinin ayağına kurşun sıkan “kara yüzlü” roman yıkıcı ve kurucu olma, umudu inşa etme misyonunu post-modern ellerde kaybetti.Sanırım meramımı Ahmet Oktay’dan nakledeceğim şu cümleleri iyi açıklar: “Bir zamanlar romancılarımız, öykücülerimiz “örfi idare” günlerinde bile Medarı Maişet Motoru (1944) gibi kuşku uyandırıcı adlarla kitap yayınlar, yeri düştüğünde bir gelecek ve bir dünya tasavvurları olduğunu gösterirlerdi” dedikten sonra Oktay Sait Faik’in Şahmerdan öyküsünden şu cümleleri naklediyor: “Yürümek istiyorum. Cennetlerin olduğu yere doğru. Ne açlıkları, ne açları, ne beni kızına münasip görmeyen zengin tüccarı, hiçbir şeyi düşünmeyeceğim. Bırakın beni harpler. Kadınlar… Çocuklar… Açlar… Deliler… Yürümek. Şoseden ayrılan yoldan cennete doğru yürümeye bırakın” ve yine devamla Faik’in Havada Bulut öyküsünden aktarıyor Oktay: “Nasıl bir dünya mı? Haksızlıkların olmadığı bir dünya. İnsanların hepsinin mesut olduğu, hiç olmazsa iş bulduğu, doyduğu bir dünya. Kafanın, kolun çalışabildiği zaman muhakkak doyabildiği, eğlenebildiği bir dünya.”[2] Bir de yakın zamanlarda yayınlanan bir romandan bakalım dünyaya. Yazar, “devrim vaktiyle bir ihtimaldi ve çok güzeldi” ve “ruhuma bir hayat yakıştıramadım”[3] diyor. Çok fazla lakırdıya gerek bırakmayan, bu iki alıntı arasındaki farkın romanımızın serancamını iyi özetlediği kanaatindeyim.
İŞSİZLİK ÜZERİNE BİR ROMAN
Bu kısa ve kaba girişten sonra, gelelim yazının konusuna yani Behçet Çelik’in Kanat Yayınları’ndan çıkan ‘Dünyanın Uğultusu’ adlı romanına. Gerçek hayatın dertlerinden kopmanın, “efsunlu” cümleler kurmanın, marjinal hayatları anlatmanın yaratıcılık ve edebiyat sanıldığı bir iklimde işsizlik ilgili bir roman kaleme almış Çelik. Sadece bu yönüyle bile Çelik’in romanının takdire şayan olduğunu ifade edebilirim.1980 sonrasının yükselen kuşağı yuppilerin; genç, başarılı ve yakışıklı, kendine güveni sonsuz, sınıfsal anlamda çarpık bilince sahip “beyaz Türklerin” ilk karşılaştığı şok olan 2000 Kasım ve 2001 Şubat krizleri sonrasında sarsılan hayatlarını ve liberal felsefi itikadlarını, romanın ana kahramanı Ahmet vasıtasıyla mercek altına almış yazar. İşsizlikten, işsiz kalanların çareyi sistemin işsizler için ürettiği mekanizma içinde aramasına kadar; işsizlik ve yan tesirlerini, işsizlik ve yan yaşamlarını masaya yatıran yazar, geniş bir pencereden bakıyor işsizliğe ama bu geniş bakış, bu çok şey anlatma kaygısı yazarın ayrıntılı bir biçimde işsizliğin kuşatıcı psikolojisi, işsizliğin uğultusunun içten içe insanları kemirmesi üzerine odaklanmasını engelliyor. Gerçi haksızlık etmeyeyim, işsizliği ertelediği şeyleri yapmanın bir fırsatı olarak gören Ahmet’in nasıl zamanla hiçbir şey yapamaz olduğuna, işsizlik sorununu çözmeden adım bile atamamasına yazar “İlk başlarda dinlenirim sanıyordum ama anladım ki dinlenilmiyormuş. Yorucu bile oluyormuş işsizlik. Hiç iş bulamazsam diye korkuyorum.”[4] cümleleriyle elbette işaret etmiş. Ama yazar işsizliğin bu yok edici psikolojisi üzerine yoğunlaşmak yerine başka meseleler etrafında daha çok gezinmiş.Kriz sonucu işten atılan Ahmet işiyle beraber hayatın her alanındaki o eski başarısını, hayata olan güvenini kaybediyor. İşlerini ve aşklarını kaybedenleri hiç de Sertab Erener’in, "Yeni bir aşk yeni bir iş/ Yine gülecek bir neden lazım/ Yeni bir haber yeni bir kader/ Bunlar için bana şans lazım/ Yeni bir duruş yeni dokunuş/ Tek tek keşfetmem lazım/ Yeni bir hayat gerisi bayat/ Kendime yeni bir ben lazım," biçimindeki şarkı sözlerinde dile getirdiği türden bir hayatın beklemediğini gösteriyor yazar. Erener’in vazettiği liberal safsatanın hilafına hayatın bize yeni bir iş ve yeni bir aşk sunmayacak kadar acımasız olduğunu gösteren yazar, bu bakımdan hayatın sonsuz fırsatlarla dolu olduğunu vazeden liberal safsatanın da ipliğini pazara çıkarıyor. Kapitalizme karşı örgütlenme, direnme ve mücadele etme azmini kıran, halkların afyonu bu liberal safsatalar yeni bir “ben”in kapitalist sistemin aşılması yoluyla yaratabileceği ve insanların kendilerini özgürce ancak sosyalist bir sistemde gerçekleştirebilecekleri olgusunu gözden ırak tutmaya çalışmaktadır. İşini, eşini değiştirerek, ancak yeni bir “ben” yaratabileceğini zannedenlerin, liberalizmin “yeni” söyleminin iğvasına kapılanların yaratacağı “ben”; kapitalizm koşullarında, eşitsizlikçi sistem var olduğu sürece eskisini de aratan bir “ben” olacaktır. Yazar yalnızca işsizlerin değil, kapitalist sistem koşullarında iş sahibi olan “şanslıların” aslında sıradanlaşan ve yabancılaşan yaşamlarını da anlatıyor. Fakat edebi eserin niteliğinin hayattan kopukluğu, umuda dair doğrudan “mesaj” verme kaygısından uzaklığı ile ölçüldüğü bir paradigmanın hâkim olduğu koşullarda yazar da, kaba olma endişesiyle olsa gerek tüm bu yaşananların müsebbibinin kapitalizm olduğu mesajını vermekten imtina ediyor ya da böyle bir kaygısı yok. Oysa ki, her açıdan metnin içinde olmalı yazar, metne dışarıdan bakmamalı. Ahmet Mithat Efendi gibi araya girip, okuyucuya doğrudan akıl versin de demiyorum ama eserin edebi niteliğine halel getirir kaygısıyla didaktik olmaktan da imtina etmemeli yazar. Metni okuduğunda okuyucu bir “mesaj” almalı ya da bir mesajı tartışabilmeli. Olayların izleyicisi olmak yerine öyle ya da böyle mesajın öznesi ve nesnesi haline gelmeli.Bu babta, tüm karakterlerine eleştirel bir mesafeden yaklaşan, yaşananların fotoğrafını çekmekle yetinen Çelik’in de nerede durduğunu, kimin yanında saf tuttuğunu, alternatif olarak ne önerdiğini işin aslı okuyucu merak ediyor. Bu yönüyle bir umuda işaret etmeyen yazar, kapitalizmin insanların kendilerini gerçekleştirmelerinin, erdemli ve mutlu bir hayat sürmelerinin önündeki en büyük engel olma rolünü ıskalıyor. Sözgelimi şöyle dedirtiyor yazar: “İnsanlar çocuk büyütüyorlar, hesapta diye geçirdi içinden. Bakıcıların geçirdiği zaman daha çok anne babalardan. Ne anladım ben böyle çocuk yetiştirmekten? Yahu bir yeri doğru, mantıklı olsun şu hayatın.”[5] Fikrim odur ki; bu durum hayatın mantıksızlığından daha çok Nâzım’ın ‘Büyük İnsanlık’ şiirindeki şu, "Büyük insanlık sekizinde işe gider/ yirmisinde evlenir/ kırkında ölür/ büyük insanlık," dizeleriyle çok iyi resmettiği kapitalist sistemin insanlığa reva gördüğü bir hayatın sonucudur.Her şeyin gözümüzün önünden bir film şeridi gibi akıp geçtiği bu romanda, karakterlerin hepsi gündelik hayatımızda rastlayacağımız kadar sahici. Fakat yine de bir şeylerin eksikliği hissediliyor bu romanda. Karakterler eklektik, sanki zoraki olarak yan yana duruyorlar. Hrant Dink, bir yazısında iyi bir yemeğin asal unsurunun malzemeleri bir araya getirmek değil, anne sevgisi olduğunu söyler. Kapitalizmin hayatlarımız üzerindeki etkilerini yeterince sorgulamayan, umuda dikkat çekmeyen yazar bu anlamıyla bir şeyleri yarım bırakmış. Yani Nâzım’ın yukarıdaki şiirinin sonundaki “ama umudu var büyük insanlığın umutsuz yaşanmıyor” şeklindeki dizeler eksik bu romanda.
SON SÖZ YERİNE
Her ne kadar Yıldız Ecevit realizmin romanımızın “baş belası” olduğunu ifade etse de, Tanzimat romanından intikal eden “romantik” ve dramatik kalıpların etkisinden romanımız bir türlü kurtulamamıştır. Bu zaviyeden bakıldığında, işsizlik gibi yakıcı ve gerçek bir olguyu işlerken dahi Çelik’in de maalesef aynı anlayışla malûl olduğu görülebilir. Kanaatimce romanın ana kahramanı Ahmet’in Aslı ve Aynur ile tesadüfi karşılaşmaları, esasında romanın gerçekçiliğini deforme ediyor. Daha doğrusu işsizliğin farklı boyutlarını ifşa etmek için romana monte edilen, tabiri caizse gözümüze sokulan bu “romantik” tesadüfler romanın ritmine pek uygun düşmemiş. Bir de son dönem sola eleştirel ama uzaktan ve yukarıdan bakan âkil adam pozisyonundan sıyrılamayan yazar, sınıf kavramından kopmayı edebiyat sayan post-modern egemen ideolojik iklimin etkisi altında kalarak, şöyle Kürt meselesi dolayımıyla kimlik meselesine bir dokunuvererek, yapıtının “edebi değerini” artırmaya çalışmış. Ama ne olursa olsun, gerek karakter gerekse de tema seçimi itibarıyla yazarın son dönem Türkiye edebiyatının bağrında mütevazı bir gedik açtığını da vurgulamakta fayda var. Umarım yazarın açtığı bu gedik edebiyatın doğrultusunu değiştirmesi açısından bir katalizör işlevi görür.

1 Karl Marx, ‘Ücretli Emek ve Sermaye’, Sol Yayınları, Ankara 1999, sf 49.
2 Ahmet Oktay, ‘Romanımıza Ne Oldu?’, Dünya Kitapları, İstanbul 2003, sf. 12.
3 Murat Uyurkulak, ‘Tol’, Metis Yayınları, İstanbul 2003, sf11.
4 Behçet Çelik, ‘Dünyanın Uğultusu’, Kanat Yayınları, İstanbul 2009, sf. 64.
5 Çelik, a.g.e., sf. 79.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder