29 Nisan 2009 Çarşamba

UĞULDAYAN DÜNYA - NECİBE NAZAN

Kitaplık, Nisan 2009

Bazı vakitler dünyanın uğultusu o kadar şiddetli bir hal alır ki olup biteni anlayabilmek için içini susturman, gitgide huysuz, yabani bir hal almış, kendi kendine söylenmekten bin yıllık düğümlere dönmüş kalbinin sesini azıcık kısman gerekir. Sonra bunu yaptığını unutur, soluğunu tutmuş yarı ölü bir kalple yaşamaya devam edersin; aslında yaşamadığının, yaşıyormuş gibi yaptığının farkında olarak, hayatta kalabilmek için içinde sebepsiz bir kıpırtı arayarak, ya da o kıpırtının anısını, lekesini, hayalini… Kendinin ve başkalarının düşünceleriyle kalabalıklaşan, ağırlaşan baş edemediğin bir dünyada kalakalırsın; her kalbin yalnızı, her aklın kuşkucusu, her yerin yabancısı, herkesin ötekisi, bütün zamanların delisi.

Niye peki? Anlamak için. Dünya anlaşılabilir bir yermiş gibi; insan ırkı kendi atıklarından, kendi yıkımının zehrinden beslenirken anlamak bir işe yararmış gibi; belki öyle, belki değil. Ama yetmez, hiç yetmedi, çarpıcı düşünceler, yerinde analizler, zihnin az ışıklı labirenti, kelimelerin büyüsü, bilmenin gücü, ayrıcalığı, birbirine çarpıp toza dönüşen, tutunduğun anda dağılan algıların, içinden geçip giden…

Bir şey eksik, kendini bildin bileli orada bir serin boşluk, ne koysan almaz içine, az gelir, fazla gelir, kayar düşer; boşluk öylece kalır. Ne büyür ne kapanır, hayatla aranda, çorak, gölgesiz… Kaybettiğini bir türlü kabul edemediğin, belki ne olduğunu bile hatırlayamadığın bir şeyin yokluğunun ağrıyan yeri. Ya o ses, hani alıştığın hep senindir, sana aittir sandığın. Nerede? Çıt yok. Uğultu, sadece uğultu. Baş dönmesi…

Kalp suskun, kabuğuna itilmiş. Derken biri tutar bir kitap yazar; ne olmuş yani? Ne olacağı var mı? Aşina olduğun, doğuşuna gündoğumunu seyreder gibi uzaktan hevesle tanıklık ettiğin, ara ara ziyaret ettiğin, ağırlandığın, kahramanlarıyla ballı güllü olduğun bir kitap. Beklediğin, bekleyecek şeyin yokken beklediğin, kalbinin eski sesini sana geri verecek, kapağını açtığında, dokunduğunda eline yüzüne kanı çamuru bulaşan canlı bir şey. Sana o küçücük şahane kıpırtıyı vaat eden, sanki bu defa okumaktan öte dertleştiğin, söyleştiğin, gözlerini yumup o kıpırtının izini sürdüğün, heyecanlanıp dağıldığın, saçmalayacakken ciddileştiğin; sen dokundukça belirginleşen, içi dolu kabartılar pürüzler halinde ele avuca gelen kelimeler. Bir kitaptan fazla bir şeydir yani, kelimelerden yapılmış bir yol. Zemin hâlâ nemli, ılık, henüz katılaşmamış.

Garip bir çekimleri var kelimelerin, davetkâr gibiler, ama ısrarcı değiller, bir seçim yapmanı bekliyorlar sanki. Çağrılarına kapılırsan sonuçlarına da katlanırsın demek mi bu? Olsun. Onlara emanet edersin kendini, öte yanına geçersin gerçekliğin. Kabul edilmenin sarhoşluğu vardır üzerinde. Sana vaat edilen ile beklediğinin aynı şey olabilme ihtimali geçici bir rahatlama yaratır, geçici bir teslimiyet. Ne var ki, bütün o kelimeler umduğun gibi saklamazlar seni; ne de senin görmeyi reddeden buğulu gözlerinden dünyayı. Parlak, keskin bir ışığın altında bulursun kendini, kabuksuz, çıplak, tedirgin. Işık, gözlerini acıtır, görünmeyeni açığa çıkarır, toprağın altına, suyun altına, derinin altına iner, bakar, izin almadan, belki zalimce. Görmekten yorulduğun, incindiğin, baş edemediğin ne varsa etrafında birikip dönmeye başlar, yavaşça yaklaşarak, varlığını sürükleyerek. Kaçacak yer yoktur. O ışıkla arana girecek, ışığın temasını yumuşatacak, çarpmayı hafifletecek bir bulut topağı bile yoktur. Halbuki oraya gelirken tek istediğin derine inmekti, suyun kenarına, ağaçların ötesine, kalbin altına. Belki biraz saçın okşansın, arada bir reçelli ekmek ikram edilsin, bir yaprak düşürsün rüzgâr kucağına, hikâye kendi kendini mırıldansın.

Biri, gelip hafifçe sarılsın, düşmeyeceğin kadar kocaman, şekilsiz, komik insan kanatlarıyla. O vaat edilen kıpırtı, kaybettiğin, kaybettiğini bile unuttuğun eski bir oyuncak gibi yuvarlanarak gelsin yanına. Benimle oynar mısın desin, yeniden oynar mısın benimle?

Adına ne diyordunuz ?gerçeğin?; o yapışkan iç bayıltıcı boğucu tadını değil, yalanın hayalin karadutsu, çileksi, üzümsü tadını almak istersin.

Ama orada seni dürtükleyen, lime lime eden kör edici ışığın altında çözülmüş otururken hissettiğin şey o aynı boşluktur; ot bitmeyen rüzgâr almayan, güneş görmeyen, değişmeyen ıssızlık. Kendinle aranda hayatın solgunluğu, insanlar arası yakınlığın mümkünsüzlüğü. Kimse meydanın ortasındaki o parkta beklemeyecektir kimseyi, sadece bir an yüzünü görmek için kimsenin, dünya hâlâ ötededir. Kelimeler dünyayı parça parça toplarlar döküldüğü yerden, saklarlar. Sonra hazırlıksız bir anında topluca yığıverirler önüne bildiklerini; bildiğini sandıklarını bilmediğin bir mesafeden, aralıktan gösterirler. Sen, kelimeler bildiklerini, bilmekten yorulduklarını değiştirsin istersin.

Hadi, itiraf et, yıkım istersin, hayatın kendini yeniden yaratması için yer açılsın. Ama acısız olsun, kimsenin canı yanmasın, mevsimlerin gelip geçişi gibi kendiliğinden. Işık kendini buluta sarsın, olmazı oldurmak isteğinde engel tanımayan bir çocuğun tatlı ısrarıyla, seyrettiği çizgi filmde aslanın fareyi kovalayışından mutsuz olup aslan hemen çiçeğe dönüşsün diyen bir çocuğun pek umursanmayan ciddiyetiyle.

Kelimeler, onların hürriyeti kimde var? Zekâyla, güçle, ışıkla, şiddetle yüklüdürler. Yakalayan, tutan, arayan, bulan, biriktiren, teşhir eden, eğip büken, yansıtan, yeniden yeniden tarafsız bir görme gücüyle algılarımızı kaydeden, gizli ayrıntıları büyüterek, görenleri geri dönülmez bir biçimde gördüklerinden sorumlu tutan, insana kendi kendini yargılamasının keskin tarafında savunmasız bırakan belki de. Ağlarken birinin, hem de çok sevgili birinin yanına gelip niye ağlıyorsun demesi gibidir. Niye ağlıyorsun, seni bu hale getiren ne der, endişeli bakışlarıyla ruhunda boşuna bir yarık arar. Seni açılmak, aralanmak, kendini dışarı sızdırmak zorunda bırakır, hapseder özgürleşmen için. Oysa tek istediğin orada olmasıdır, kızarmış şişmiş gözlerine, çekip durduğun kocaman burnuna bakıp muzipçe gülümsemesi, sana kendi büzülmüş şekilsiz ruhunu yeniden sevdirecek hatırı sayılır bir sebep vermesidir. Ama o inatla, ısrarla, sabırla sorgulamayı sürdürür, susarsın. O kendi kendine bulur cevapları nasılsa, böyleyken böyle der. İşin berbat tarafı haklı olmasıdır, durmadan haklıdır. Gerçek daima haklı olmanın bir yolunu bulur.

Yani yine delirip bir kitaba insan muamelesi yapmışım. Ben ona dokundum ya; o da bana dokunsun. Kalbimin kayıp sesi olsun. Hakikatini ele verirken yan etkilerine maruz kalan savunmasız okuruna.Kaçacak bir yol bıraksın. Aslan da çiçeğe dönüşsün mü? Eh, oldu olacak, dönüşsün.

Behçet Çelik’in romanı okurun hikâyeye, kurgulanan dünyaya samimiyetle katılmasını, oyunun bir parçası olmasını mümkün kılıyor. Tam da kapitalizmin gereksiz kıldığı şey bu: İnsan tekini hayatın dolaşımına katan ucu açık bir yaratma hali...

19 Mart 2009 Perşembe

DÜNYANIN UĞULTUSU - MEHMET SERDAR


Cumhuriyet Kitap, 19 Mart 2009

Behçet Çelik Sait Faik ödülü ile doruğa tırmanan öykücülüğünün yanına çok başarılı bir yapıtla romancılığını da ekledi: Dünyanın Uğultusu. Roman Ahmet’in işten atılmasıyla başlıyor. Son yayımlanan işsizlik rakamları resmi verilere göre üç milyona ulaşmış bulunuyor. Günümüzde edebiyatın hep toplumun somut yaşamından kopuk ve insanlarımızın dertlerinden, sorunlarından yalıtık konular etrafında oyalandığından yakınılır. Bu kez karşımızda ülkemizle birlikte bütün dünyanın en temel sorunu çerçevesinde anlatılan bir dizi roman kişisi var.

Kitabın krizi yakalamış olması bir rastlantı mı? En belirgin göstergesi işsizlik olan zaten üç beş yılda bir krize giren kapitalizmin kaçınılmaz bir özelliği mi? Ama daha çok bir sanatçı öngörüsü sayılmalı. İçinde bulunduğumuz derin krize bugün yakalanmış olmasak da romanın gelecekte bir çok kriz döneminde okunacak olması onu salt bu nedenle zamana dayanıklı kılıyor.

Kapitalizmin günümüz özelliklerine göre işsizlik önce bankacılık sektöründe başlıyor. Bu 2001 krizinde de Türkiye’de böyle oldu, şimdi dünyada. Ama hızla Türkiye’ye de geliyor. İşsiz kalan kahramanımız da mali sektörden.

TOPLUMSAL SORUNLAR

Toplumsal yaşamın temel gerçeği üzerine oturuyor roman. Bu özellik anlatılan insanları gerçek, yaşayan insanlar haline geliyor. Boşlukta yüzmüyorlar. Krizin temel göstergesi işsizlik. Önce mali sektörde başlıyor. Para çekiliyor, korkuyor kaçıyor, güvenli kovuklar arıyor. Bu nedenle talep daralıyor. Tüketim düşüyor. Arkasından da üretim düşüyor, giderek duruyor. İşten çıkarmalar başlıyor. Roman kahramanları bu aralıkta yakalanmış. Kapitalist gelişmenin temel gerçeği. Daha büyük yatırım daha yoğun sermaye bileşimi demektir. Emek oranı düşer. Emek oranı düşünce de kazancın asıl kaynağı emek sömürüsü azalır. Sonra yine teknolojinin gelişmesi yeni bir işsizlik zorlamasıdır. Teknoloji emeğe gereksinimi sürekli azaltır. Teknoloji geliştikçe emek de kendini geliştirip yenilemek durumundadır.

Bir insanı öncelikle mesleği, işi, işsizliği, parasızlığı çerçevesinde anlatmak romanın asıl erdemi. İnsan aslında öncelikle işiyle birlikte var bu toplumda. Toplumca yaratılan değere bir katkıda bulunur insan ve sonra kendi gereksinimlerini karşılamak ve daha ötesi yaşam düzeyini geliştirmek üzere bu toplamdan payına düşene uzanır. İhtiyacının çok çok ötesine geçecek bir değeri edinmek için niye parçalanır, yaşamı kendine zindan eder? Bu sırada başkalarının da gereksinimlerini giderebileceği bir düzeyde kazanç edinmesini engelleyerek hatta onlara el koyarak onları yokluğa yoksunluğa neden iter? Doğayı, kaynakları yok ediyor üretim sırasında ortaya çıkan, doğayı perişan eden atık maddeleri yan ürünleri hiç hesaba katmadan ya da onların olumsuz etkilerinin yalıtlanmasının kazancını düşüreceğinden korkarak onları görmezden gelerek neden ört bas etmeye çalışır?

Birçok soru var insanın işiyle ilişkisi çerçevesinde. İşini seviyor mu, salt geçimini sağlamak için mi yapıyor? Çalışmanın sonucu ede edilen üründen hoşnut mu, onu kendi inandığı değerlerle uyumlu görüyor mu? Yoksa hiç istemediği sonuçlar mı var karşısında? Yarattığı ürünü bütün yönleriyle savunabilir mi? Yoksa elde edilen sonuçlarda, olumsuzluklarda sorumluluğun olmadığı iddiasında mı? Elde olmayan nedenlere mi bağlıyor olumsuzlukları? Çalışmanın koşulları ve elbette sonuçları tümüyle kendi bilinçli tercihlerinle, kararlarınla mı ilerliyor?

Ahmet işsiz kaldığında bu sorularla pek karşılaşmıyor. Derin bir bunalımın başlangıcında olmaktan çok özgürce kullanabileceği geniş bir zaman dilimine sahip olabileceğini düşünerek seviniyor da. Ama roman boyunca aslında toplumsal yaşamın asıl ritmini oluşturan üretim temposunun dışına çıktığında da gittikçe çözülüp dağıldığı bir sarsıntılı döneme girmiş oluyor.

Eğer işsizsen geçimini sağlayacak durumda değilsin, toplumsal yaşamın dışladığı bir insansın. Bir statün yok. İşsiz demek işe yaramaz demek. Üretme yaratma becerisi olmayan demek. Böyle bir becerisi olmayan ortadaki bölüştüğümüz toplam değere katkı yapmamış ama zorunlu giderleri için tüketmek için pay isteyen biri durumunda. Kim böyle bir adama uzun süre saygı gösteriri, değer verir? Geçici bir süre işsizli tamam, ama ya uzun dönemli ve kalıcı ise. Kapitalizm herkesi her an böyle bir konuma fırlatabilir. Romanın Ahmet’in kendine olan güvenini yitirişini anlatıyor. İş hayatı bu kadar önemli mi?

Dünyanın Uğultusu, bir taraftan da bir aşk romanı. Bir aşk üçgeni olarak gelişiyor. Ama çok somut bir kadın erkek ilişkisi çerçevesinde. İlişkilerin tarafları, özellikle içeriden anlatılan Ahmet ve Aynur somut bir yaşarlılık kazanıyorlar. Ayla ise Ahmet’in olduğu kadar Aynur’un da merak ettiği ve anlayamadığı gizemli bir kadın. Kadın erkek ilişkisinin o sonsuz gelgitli, bazen içine dünyalar sığan bazen her şeyi dışlayan, çok yönlü çok boyutlu hali bu ilişkide hem de bir döneme, bir toplumsal kesime özgü haliyle çok güzel anlatılıyor. Varla yok arasında Ahmet’in Aynur’un ruhlarının en küçük bir titreşiminde. Ahmet işsizliğin üzerine ayrıca bir yaş dönümünde bulunuyor. Kırk yaş hayat treninin son katarı. Olgunluğun doruğa tırmandığı, zihinsel kapasitesi en üst düzeyde olduğu, ama bedeni inişe geçmeye başladığı dönem. Aynur, Ahmet’in yüzüne karşı tümünü söylemediği eleştirilerinde çok haklı.

RUH HALLERİ

Ruh halleri o kadar iyi anlatılıyor ki artık biz okuyucular olarak arkasını getirebiliriz. Romanın kesin bir sonla bağlanmaması da aslında kahramanlarımızın buluşsalar da ayrılsalar da başkalarıyla da olsalar aslına hep bu çizgide bir ömür tüketeceklerini gösteriyor. Aslında hepimiz gibi. Kişiliğimiz yazgımızdır.

Behçet Çelik okuyucuyu da her aşamada işin içine katan bir roman dünyası kurmuş. Ama elbette kahramanları gibi sürekli kendini sorgulayan okurları. Her yaptığının hesabını önce kendisine verenleri. Yazar öyküden romana kesintisiz bir geçiş yapıyor ve boşluksuz bir roman dünyası kuruyor.

Kendi oluşturduğu kahramanların sahiciliği kimi zaman yazarı da peşinden sürüklüyor. Yazar bütün kahramanlara eşit uzaklıkta; kayırdığı bir kişilik yok.

Öykü dilinde geçmişin yoğunlaştığı bir şimdiki zamanda anlatım zorunluluğu var. Yaşanan anı anlamlı kılan hep anımsamalar. Ama romanda sürekli bir şimdiki zamanla romanı kurmak da olası. Yazar çoğunlukla şimdiki zamanda ilerlerken özellikle romanın birkaç önemli dönemecinde olaydan çok onun oluşturduğu etkileri ortaya çıkaran ruh durumlarını anlatmayı yeğliyor.

6 Mart 2009 Cuma

KRİZ RUH HALLERİNDEKİ DEĞİŞİMLERİ GÖREBİLMEK İÇİN İYİ BİR ATMOSFER - AYŞE DÜZKAN

Star Kitap, 6 Mart 2009

Son yılların başarılı hikâye yazarlarından Behçet Çelik ilk romanı Dünyanın Uğultusu’nu çıkarttı. 2001 krizi sırasında işsiz kalan Ahmet’in baş kahraman olduğu roman bu halin sıkıntısını, bunaltısını aktarmakta çok başarılı. Çelik, “Yirmi yılı aşkın süredir hikâye yazmama karşın bugüne dek roman yazmaya kalkışmamamın nedeni roman yazmak için ayrı bir yaşam ritmi gerektiği konusundaki önyargımdı. Gündüzleri başka bir işte çalışırken, akşamları ve haftasonları bir roman yazılamayacağını, romana yoğunlaşabilmek için daha kesintisiz serbest zaman gerektiğini sanırdım. Dünyanın Uğultusu’nu yazmaya başlamadan önce yazmak istediğim şeyler için hikâyenin değil romanın uygun olacağını düşündüm. Yazmaya başladıktan sonra roman için ayrı bir yaşam ritmi gerekmediğini gördüm. Önemli olan çalışırken yoğunlaşabilmek ve yazma sürekliliğini korumakmış,” diyor. Çelik’e romanını sorduk.

Dünyanın Uğultusu'nun tam şu ara yayımlanması bir tesadüf mü?

Büyük ölçüde tesadüf. Romanın yazılması bir yıldan fazla sürdü ve yayınevine geçen sene bu zamanlar teslim ettim. Ortalıkta bir kriz görünmüyordu. Zaten derdim de başkaydı. Bir ruh haliydi beni bu romanı yazmaya iten. Bu ruh hali 1990’lara hâkim olmuş, ama 2000-2001’den sonra yerini başka bir ruh haline bırakmıştı. Kendini her şeye muktedir gören bir kuşak ya da bir zihniyet 2000 ve 2001 krizleriyle duvara toslamıştı. Kriz, ruh hallerindeki değişimleri verebilmek için uygun bir atmosfer olarak görünmüştü bana. Bu krizi, roman kahramanının yaş dönümü kriziyle ve aşk hayatındaki krizlerle paralel anlatmayı yeğledim. Bunlar da birbiriyle çok ilgisiz değil sonuçta. Yine de 2008 krizine denk gelmesinde tesadüf olmayan bir yan var. Azıcık Marks okuyanlar kapitalizmin dönemsel olarak krizler yaşayacağını bilirler. Ama tam romanın yayımlandığı zamanların bütün dünyanın çok büyük bir krizle sarsıldığı günlere rastlaması tesadüf oldu. Şunu da eklemeliyim. Romanı geçen senenin sonbaharında yayınlamaya karar vermişti yayınevi, ama kriz yayınevini de etkilendi ve roman bu seneye kaldı.

Kriz hayatımıza ne yapar?

Galiba en çok geleceğe duyduğumuz güveni sarsıyor kriz. Güvensizlik duygusu da öyle çabuk yayılır ki benliğimizde; bütün ilişkilerimize, kendimizle olan ilişkimize bile, sirayet eder. Korku hâkim olur. Zaten toplumsal ve siyasal olarak korku üzerinden hâkimiyetini sürdürmeye çalışan egemenlerin karşısında bir de ekonomik korkularımızla kalakalırız. Dünyadaki büyük ekonomik krizleri baskı rejimlerinin, faşist ya da totaliter yönetimlerin izlemesinde de toplum ve birey olarak yaşadığımız güven kaybının ve korkularımızın hâkimiyetine girmemizin etkisi var gibi geliyor bana.

Aşk yeni zamanlarda hayatımızda nerede duruyor?

Aşk yeni zamanlarda aşkın bir şey olmaktan çıkıp dünyevi bir olgu halini aldı. Bu bir yanıyla olumlu oldu, aşk halesi ilişkilerdeki zorbalıkları, hesaplılıkları vs örtüyordu. Bu örtü kalktı gibi. Ama aynı zamanda öncekinden daha sert biçimde bir alışveriş halini almaya başladı. Öte yandan yeni zamanların yaşam biçimlerinde de aşkın yeri değişti. Aşk da pek çok şey gibi statünün göstergesi oldu, bir anlamda gösterinin bir parçası halini aldı. Hemen her konuda sahicilik kaybına uğradık, ama birinciliği galiba aşk aldı.

Neden kaçan kovalanıyor?

İlişkide bir kaçan olduğunda ilişki imkânsızlaşıyor. Önceki soruda aşkın aşkın yanının yitmekte olduğunu söylemiştim, işin içine imkânsızlık girince, imkânsızın peşinden gitmek aşkın duygulara bir parça izin veriyor. Öte yandan kaçanı yakalamanın ya da yakalama ihtimalinin verdiği bir haz var ve bu haz da insana kendini güçlü hissettiren bir şey. Güce bu denli tapınılan bir toplumsal düzende yaşamıyor olsaydık ya da kendimizi bu denli güçsüz hissetmeseydik kaçanı daha az kovalardık sanırım.

Dünyanın Uğultusu’nda Türkiye'nin okumuş yazmışlarının farklı kuşakları var. bunlar arasındaki fark ve ilişkileri anlatır mısınız?

Bu farklılık hem kuşaklar arasında hem de toplumsal aidiyetler açısından değerlendirilebilecek bir fark. Bir yanıyla da zihniyetlerimizle ilgili bir şey. Dünyaya kafa tutamasa da kafa tutabileceğini düşünenlerle dünyanın suyuna gidenlerin farkı. Esas değişim burada yaşandı sanırım. Toplumsal eşitsizliklerin insanın doğasıyla ilişkilendiren bir zihniyet hâkim yirmi otuz senedir. Böylelikle eşitliğin imkânsız olduğunu; daha eşit değil, daha ileride, daha güçlü, daha zengin olmaya çalışılmasının insani olacağını savlayan bir zihniyet bu. Bir yanıyla yeni kuşaklar daha bireyci yetişti, yetişiyor, ama aynı kuşağın bireyselliği de daha güçlü sanki. Vicdan tartısı daha çok vurgulanıyor bu nedenle. Kendilerini bir yere ait hissetmeleri daha zor, ama ait hissettiklerinde daha bağlı oluyorlar.


Güneydoğu'daki savaş bu kuşakların hayatına nasıl girdi?


Zenginleri daha zengin, yoksulları daha yoksul yaptı bu savaş. Bir yandan da yaşadıkları ülkenin imtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kütle olmadığını öğrendiler. Bu da kendilerini ait hissettikleri bir “biz” arayışına girmelerine ve aynı zamanda kendilerinden olmayan “onlar”a hasmane bir tutum izlemelerine yol açtı. Birleşik kaplar kuralının geçerli olduğunu düşünüyorum, ülkenin bir yerinde savaş varsa başka yelerinde de kaba güç hâkim olmaya başlar, siyasete, ekonomiye, hatta gündelik hayat ilişkilerine.

DÜNYA HİÇ PARLAK, IŞIKLI VE SESSİZ OLMADI - HALE KAPLAN ÖZ

Yeni Şafak Kitap, 4 Mart 2009

İki Deli Derviş, Yazyalnızı, Herkes Kadar, Düğün Birahanesi, Gün Ortasında Arzu isimli hikâye kitaplarının ardından bir roman ile okurunu selamladı Behçet Çelik. “Dünyanın Uğultusu” ismini taşıyan romanın kurgusu, Türkiye’de ekonomik kriz döneminde işsiz kalmış bir kahramanın etrafında örülüyor. Roman boyunca şimdiyi ve yarını kurmaya çabalayan, işsizlik, meşgalesizlik, yalnızlık ve parasızlıkla boğuşan Ahmet, kendisine iki ayrı dünya sunan iki kadın arasında da sıkışmış biri aynı zamanda. Edebiyatın insana dair, insan hayatı, ilişkileri hakkında sorular sormanın, yanıtlar aramanın çok özel bir yolu olduğunu düşünen yazar, bu nedenle, sıradan ya da ortalama kahramanların yazara daha büyük imkânlar sağladığı görüşünde. Ahmet’i seçmesinin sebebi bu. Kapitalizmin sadece üretimin değil tüketimin de yasalarını belirlediği bugünde, nasıl yaşanması gerektiğine dair sunulan şablonlar da kahramanın romandaki rotasını belirliyor.

Dünyanın Uğultusu isimli romanınızın temel izleği ekonomik buhranların sıkça yaşandığı bugünün insanının halet-i ruhiyesi. Temayı belirlerken ve kahramanları oluştururken zihninizde şekillenen fotoğraf, sonuçla ne kadar örtüştü?

Yazmaya başlamadan önce romanın 2000-2001 krizi zamanında geçmesine karar vermiştim, ama geri dönüşlerle 90’lara hâkim olduğunu düşündüğüm kimi ruh hallerini de yazmayı planlıyordum. İşsiz kalan roman kahramanının şimdiki zamana bu denli kapılıp kalacağını öngörmemiştim doğrusu. Yazarken roman kahramanları bir noktadan sonra başına buyruk davranabiliyorlar, daha doğrusu metnin gerçekliği yazarın elini kolunu bağlamaya başlıyor. Roman kahramanı işsizliğe kafayı takınca, geçmişi sorgulamak biraz lüks kaçtı onun için. Şimdiyi ve yarını kurmaya çabaladı, ama içinde bulunduğu ruh hali geleceği öngörmesine de izin vermedi. Kriz zamanlarıyla normal dediğimiz zamanların birbiriyle bağına dikkat çekmek istediğim için roman kahramanın şimdiye takılıp kalması fotoğrafı çok değiştirmedi, belki fotoğrafın kadrajı bir parça değişti, o kadar.

Ahmet’in ait olduğu sınıf yoksul tanımına uymuyor. Bu bana Ahmet’in korkusunun parasız kalmaktan öte meşgalesiz kalmak olduğunu düşündürdü. Modernizmin yalnızlaştırdığı birey, iş yaşamı ile sosyalleşiyor ve bu elinden alındığında çaresizce çırpınıyor. Sizce hangisi daha baskın?

Kapitalizm sadece üretimin değil tüketimin de yasalarını belirliyor, insanlara sadece kendi gemilerini kurtarmaları, başkalarının ne halde olduğunu sorun etmeden para kazanmaları gerektiğini dayatmıyor, nasıl yaşamaları gerektiği konusunda da şablonlar sunuyor. Bu birörnek yaşam tarzlarında paranın olmazsa olmaz bir yeri var. Alıştıkları yaşam tarzlarını sürdürebilmeleri için insanların sürekli çalışmaları ve para kazanmaları gerekiyor. Bu nedenle, işsizlik Ahmet için büyük bir kâbus oluyor. Ahmet, haklısınız yoksul değil, ama çok büyük bir birikim yapacak kertede zengin de değil. Kapitalizm insanların kendilerini bütünüyle güvende hissetmemelerini ister; bu sayede insanlar mevcut durumun kaçınılmaz ve değişmez olduğuna inanmayı sürdürür. İşsiz kaldığında Ahmet’in de güvenebileceği hiçbir şey kalmıyor elinde. Öte yandan, Ahmet’in yalnızlığı da yaşam tarzıyla ilişkili. İşsiz kalmadan önce de yalnız olduğunu, çevresinde birilerinin bulunmasının yalnız olmadığı anlamına gelmediğini işsiz kaldığında sezmeye başlıyor. Parası, işi, statüsü olmayanın hiçbir değeri olmadığına ilişkin hâkim ideolojiyi içselleştirmiş olduğu için, bunları yitirdiğinde çırpınmaya başlıyor.

‘Öteki’nin, marjinalize edilmiş olanın, romanda malzeme olarak sıklıkla kullanıldığı bu bugünde, tüm ötekileri ve bizleri, tüm zamanı kuşatan, bütüncül bir bakış var Dünyanın Uğultusu’nda. “Ortalama olmak” Ahmet’in sorguladığı meselelerden biri. Ortalama kahramanları yazmanın sizdeki karşılığını sormak istiyorum.

Reich’in olduğunu sandığım bir söz var; mealen şöyle bir şeydir: “Aç bir insanın neden hırsızlık yaptığının değil, diğer aç insanların neden yapmadığının yanıtını aramak lazım,” der. Daha sıradan görünenlerde, daha derinde olmakla birlikte, insan hakkında, insan hayatı hakkında, insan ilişkileri hakkında daha sahici şeyler saklıymış gibi gelir bana. Edebiyatın biraz da insana dair, insan hayatı, ilişkileri hakkında sorular sormanın, yanıtlar aramanın çok özel bir yolu olduğunu düşünürüm. Bu nedenle, sıradan ya da ortalama kahramanların yazara daha büyük imkânlar sağladığına, hareket alanı açtığına inanırım.

Kahramanlarınızda kusur, acz ve fakr olan ‘insan’ı görüyor okur. Kahramanları en yalın halleriyle konuşturmak tercihinde yazar hangi sorumluluğunu yerine getiriyor?

Yazarın sorumluluğu konusu zor bir konu. Yazarların sorumluluğundan söz etmek, onlara görev, misyon yüklemek anlamına gelir, ki bu da edebiyatın olmazsa olmazı olan yaratma özgürlüğünü zedeler. Her yazarın kendi seçimidir kahramanları yalınlıklarıyla ya da karmaşıklıklarıyla konuşturmak... Unutmamak gerek; insan hayli karmaşık bir varlık. Neyi neden yaptığının yanıtını her zaman bulamayız, bilemeyiz. Onu harekete geçiren çok şey var, güdüler, arzular, hırslar, duygular, akıl, inanç... Bunlar kimi zaman uyum içerisindedir, kimi zaman birbiriyle çelişir. İnsan olmak, dünyanın karmaşasının yanı sıra kendindeki karmaşayla da baş etme uğraşıdır biraz da. İnsanı idealize etmediğimiz zaman, onu kusurlarıyla, eksiklikleriyle, karmaşasıyla kabul ettiğimizde bazı şeyleri daha açık seçik görmemiz mümkün olur. Paradoks gibi görünebilir belki, ama insanın karmaşasını kabul ettiğimizde, önkoşullardan, yargılardan kendimizi kurtardığımızda, insanı daha yalın haliyle görebilmemiz mümkün hale gelir. İnsana soyut bazı nitelikler izafe ettiğimizde, bu niteliklerin var olup olmadığı sorusu gördüğümüzü anlama sorunumuzun önüne geçebilir. İnsanın eksikliklerini, karmaşasını kabul etmek daha insani bir bakış açısı sağlar bize. İnsanı yargılayacaksak da önce anlayıp sonra yargılarız.

Romanın geneline gri bir hava hâkim, duyumsattığı ses de gerçek anlamıyla uğultu. Dünya ne kadar zamandır böyle?

Epeydir böyle olmalı. Sanırım hiçbir zaman herkes için parlak, ışıklı, sessiz bir dünya olmadı burası. Her zaman birileri için ışıklı, başka birileri için de gri oldu. Galiba içinde bulunduğumuz dönemin önemli bir özelliği de kimsenin bu uğultuya kulağını kapatamadığı bir dönem olması. İnsanlığın bir altın çağı oldu mu bilemem, ama birileri için dünya griyken ve uğulduyorken, ötekiler için de hiçbir zaman mutlak bir sessizlik, uğultusuzluk olmamış olmalı. Hele ki günümüzün giderek tektipleşen dünyasında, her şey gibi eşitsizlikler ve haksızlıklar da küreselleşmişken... Gözümüzü, kulağımızı kapasak bile “yeryüzünün lanetlileri” seslerini bize duyurmayı başaracaktır. Kendimizi lüks sitelere de kapatsak, en güvenlikli sistemleri de kursak, gözümüzü kör kulağımızı sağır da etsek, dünya birileri için uğultuluysa, bizim de kulağımıza gelir o uğultu.

Roman bitse de kendinizi Ahmet’i, Aynur ya da Ayla’yı düşünürken yakaladığınız oluyor mu?

Dünyanın Uğultusu’na en çok yoğunlaştığım bir yıla yakın sürede gün içerisinde, ilgili ilgisiz bir yerde sıklıkla aklıma geliyorlardı. Romanı baştan sona planlayarak yazmadığım için aklıma takılan sorular ve bunlara verdiğim yanıtlar romanın akışını ve kurgusunu da etkiliyordu. Roman bittikten sonra yayımlanması neredeyse bir yılı bulduğu için bu dönemde hayli uzaklaştım, ama kitabın yayımlanmasıyla birlikte eşin dostun romanla ilgili soruları geldikçe yeniden aklıma düşer oldular. Şu sıralarda da nadiren “Şimdi buna Aynur ya da Ahmet ne derdi?” diye sorduğum oluyor. Bir de geçenlerde, 2001 krizinden sonra Ahmet’in şerbetlenip şerbetlenmediği ve 2008 krizinde ne yapıp ne düşüneceği sorusu düştü aklıma. Sonra da bu soruya romanda yanıt verdiğimi düşünüp gülümsedim.

2 Mart 2009 Pazartesi

BEHÇET ÇELİK İLE SÖYLEŞİ - NALAN BARBAROSOĞLU

Varlık, Mart 2008

Dünyanın Uğultusu, kendimiz olamayışımız üzerine de bir roman bence. Ve bu olamayış bir yerinme ya da yazıklanma değil de yalın bir gerçeklik olarak serimleniyor romanda. Evrensel bir uğultunun içinde insanın kendi sesini bulması hiç de kolay değil öte yandan. Roman kişileri kendi hayatlarına bakarken başkalarının hayatı üzerinden de konuşuyorlar doğal olarak. “Ben” ve “onlar” alanının birbirinden kesin çizgilerle ayrıldığı, birbirine dalgalanarak karıştığı birçok sahneyle karşılaşıyoruz roman boyunca. Roman kişilerinin işsiz olması ise ekonomik değerlerin sosyal değerlerle ilişkisini sorgulamak açısından verimli bir alan sağlıyor romana. Her iyi roman gibi okura birçok açıdan okuma olanağı veren Dünyanın Uğultusu’ndaki bazı sorunsalların arka planını konuşmak istedim Behçet Çelik’le...

Bir insan ne kadar tanıyabilir kendisini? Daha doğrusu, bir insanın kendini tanıması, Sokratik deyişle “kendini bil”mesi nasıl gerçekleşir? Eylemlerinin izini sürerek mi, duygularının izini sürerek mi?

Bu soru felsefenin temel sorularından biri, bunun yanıtını vermemi beklemiyorsunuz sanırım. Belki soruyu biraz değiştirirsem, yanıt vermeye cüret edebilirim. “Kendimizi bilmemeyi nasıl başarıyoruz?” Bu soruya vermeye çalışacağımız yanıtlar bize bir parça yardımcı olabilir. Kendimize dair hikâyelerimiz var, bunlara bir biçimde inandıktan sonra, her şeyi bu hikâyelerin kahramanı olarak yaşıyor, hissediyoruz. Hisler de, eylemler de önceden benimsediğimiz bir ya da birden çok hikâyenin motifleri, hareketleri halini alıyor. Böyle olduğunda, her ikisi de, duygular da eylemler de aynı noktaya götürecektir bizi. Daha doğrusu, yanıttan uzaklaştıracaktır. Üstelik tek bir hikâyemiz de yok. Eşimizle, sevgilimizle ilişkimizdeki hikâye ile patronumuzla ilişkimizdeki hikâye aynı değil. Dolayısıyla farkına varmamız gereken birçok hikâye var. Hepsini bilmemiz mümkün mü, bilmiyorum. Ama görebildiğimiz, farkına vardığımız hikâyelerin sayısını artırmak mümkün. Yanıta yaklaşamasak da, daha da uzaklaşmayız en azından. Bedenimiz var bir de... Hikâyelerden nispeten bağımsız olarak bize bizimle ilgili bilgi verir bedenimiz. Acıktığımızı, susadığımızı bilmek için bir hikâyeye ihtiyacımız yok. Bedeni öne çıkaran bu bakış açısı giderek önem kazanıyor. Bedenin yol göstericiliği, elimizden tutacak bir mürşit kalmadığında daha da öne çıkıyor. Ne var ki, bedenin çağrılarını -arzularımızı, hazlarımızı- da söz ettiğim hikâyelerin içerisinde anlamlandırıyoruz. Saf bedensel arzularımız yok artık. Zihinsel, bilişsel, algısal olduğu kadar bedensel olarak da kuşatılmış durumdayız. Bu konuda da, bizi kuşatan, kolayca sahiplendiğimiz, kendimizi içerisine attığımız ya da atmak istediğimiz hikâyelerin farkına varmaya çalışmamız gerekiyor.

İnsanın artık bir şey hissetmediğini hissetmesi... Ahmet’i daha ilk sayfalarda bu ruh durumuyla tanımaya başlıyoruz... Bu farkındalığın başlamasından, bu farkındalığın oluşma koşullarından söz eder misiniz?

Zaman zaman içimizi dolduran sıkıntı, hiçbir şey yapmak istememek, hiçbir şey yapmak istememekten bile rahatsız olmamak... Bu durumdaki kişiler için kaygılanırız. Bu kişinin yaşam enerjisinin azaldığını, tükendiğini düşünürüz. Öyledir de... Yaşamıyor gibidir. Ama bu durum bir şeylerin farkına varmak için bir uyarıdır da. Bir dolu şeyin yolunda gitmediğinin, bir şeylerin değişmesi gerektiğinin göstergesidir. Modern dünya, insanı mutsuz eden yaşam koşullarının değişmesinin neredeyse imkânsız olduğunu savunduğu için, bu durumdakilere muhtelif kimyasalları, eğlence dünyasının ürünlerini, ya da tüketimi önerir. Dünyanın Uğultusu’nun başlarında Ahmet de, bu gibi şeylerin artık kesmediğini fark ettiği bir süreçten geçiyor. Kendine çizdiği, ya da içerisinde kendini nicedir iyi hissettiği hikâyenin kendi hikâyesi olmadığının farkına vardığı bir dönem bu... Belki biraz da bir yaş dönümüne denk gelmesiyle, belki iyi kötü kurduğu dengenin bozulmasıyla başlıyor bu farkındalık. Ahmet’in hikâyesi, bir yandan kendini bir topluluğun hem içerisinde konumlandırır ve onlarla bir olmanın rahatlığını yaşarken, bir yandan da kendini onlardan bir parça uzakta (ya da yukarıda) gördüğü bir dengeye dayanıyor. Bozulan bu denge en başta.

Ahmet’in duyumsamalarından biri olan “ruhsuzluk” hali bir şuursuzluk hali mi? Duyarsızlık ruhsuzluğun göstergesiyse, duyarsızlık düşünme eyleminde ne kadar etkili sizce?

Ahmet’in kendini “ruhsuz” bulması ve bunu önemsemesi bir şuursuzluk değil. Kendi iç dünyasına duygularından, coşkularından uzak, nispeten daha nesnel bakabilmesi anlamını taşıyor “ruhsuzluk.” Baştaki hikâye metaforundan devam edersek, üzerine giydiği hikâyelerin bir bölümünü çıkarttığı, nispeten dolaysızlaştığı bir aralık bu. Saf akıl yürütmelerle düşünmüyoruz; niyetlerimiz, duygularımız, beğenilerimiz de düşüncelerimizi belirliyor. Ahmet’in içinde bulunduğu “ruhsuz” ruh halinde, başka bir deyişle “boşluk”ta bunların bir bölümü yok gibi. Beklentisi, üzüntüsü ya da sevinci yok - gibi. Bu da düşünme eylemini bir biçimde etkileyecektir sanırım.

Dünyanın uğultusuyla eşitsizlik arasında kurduğu ilişki, genç Ahmet’in bir aydınlanma anı yaşamasına da neden oluyor. Eşitsizliğin olduğu bir dünyaya tutunma çabası, kendini korumak zorunda olmak, bir savunma biçiminin içinde duyarsızlaşmaya mı dönüşüyor zaman içinde?

Ahmet’in kurduğu “denge”lerden biri de bu. Hepimizin kurduğu bir denge bu aynı zamanda. Hepimiz bu dengeyi farklı biçimlerde de olsa kuruyoruz. Eşitsizliklerle dolu bir dünyada, daha az eşitsizliğe yol açtığımızı sandığımız/ kurduğumuz bir denge içerisinde hayatımızı sürdürmek istiyoruz. Bu da giderek değişiyor. Son yirmi otuz yılda sözünü ettiğim denge durumuna baktığımız açı değişmeye başladı. Neoliberal düşünürler, siyasal eşitliği öne çıkartırken ekonomik eşitliği göz ardı ediyorlar. Siyasal eşitliği savunmayanları ya da hakkıyla savunmayanları ahlaksızlıkla suçlarlarken, sosyal ve ekonomik eşitsizlik konusunda Ahmet’in genç yaşlarda kurmak istediği “daha az eşitsizliğe yol açmak” ahlakını bile önemsemiyorlar. Ekonomik eşitliğin imkânsız olduğu, bu eşitsizliğin temelinde insanın doğasının bulunduğu tezine sarılıyorlar. Bu imkânsızın peşinden gitmek isteyenleri hayalperestlikle suçluyorlar. Sanırım, yirmi otuz yıl önce eşitsizliğin insanın doğasının sonucu olduğu savı bu denli kitlesel değildi. Ahmet’in kendi dengesini kurmasında bir gözlemi etkili oluyor. Dünyanın da bir denge halinde olduğunu düşünüyor, dünyanın denge halini bozmayı değil, sürdürmeyi yeğliyor. Manevi desteğini dünyanın -sözde- dengesinden alıyor. Böylece dünyanın dengesiyle kendi dengesi arasında dolaysız bir bağ kuruyor. Evet, bir yanıyla bir savunma biçimi, ama bir yanıyla da kendini dünyanın dengesizliklerine karşı açık tutmak bu.

Ahmet, yine kendisi gibi işsiz Aynur’la tanıştıktan sonra “İki işsizin arasında statü farkı oluyordu demek” diye düşünüyor... “İşsizlik statüsü” ironik bir gözlem ya da saptama olsa da, bir gerçekliğe işaret ettiği kesin... Sizce statüler ne kadar belirliyor hayatı?

Statüler çok önemli. Kendi hikâyemizi de, başkalarının hikâyelerini de statüler üzerinden okuyoruz. Daha eşit bir dünya için yola çıkanların kendi aralarında kurdukları hiyerarşiyi düşünelim, ya da en dolaysız ilişki biçimi olduğunu savunduğumuz aşk ilişkisinde toplumsal cinsiyet rollerini, bir anlamda statüleri belirleyen patriyarkanın üzerimizdeki etkisini... Statüler sadece toplumsal alanda değil, gündelik hayatta da algımızı, tavrımızı etkiliyor.

“Çarkın dişlisi olmak” konusunda Ahmet’in düşüncelerini biliyoruz... Çarkın dişlisi olan insan sizin için ne ifade ediyor? Çarkın dişlisi olmamak mümkün mü?

Bu da bu söyleşinin zor sorularından biri. Yine de bunun mümkün olduğunu söyleyeceğim. Bunun mümkün olmadığını düşünüyorsak, her şey mubah hale gelir ve kendimizi dizginlemek için dünyevi bir neden bulamayız. Kimileri, bunun bir düş olduğunu kabul edip, dolayısıyla bu düşten vazgeçip dünyanın düzenini nesnel olarak görmeye çağırıyor bizi. Çarkı ya da dünyanın düzenini bir olgu olarak görmekle bu düşten vazgeçmek aynı şey değil. Bu düş, bence hayli gerçekçi bir ahlak sağlıyor bu düşü görenlere. Dünyevi olmayan ahlaklara göre daha sağlam bir ahlak bu.

Alışkanlığa dönüşen yaşam karşısında Aynur’un dediği gibi, gerçekten “susmak en iyisi” mi?

Aynur, kendi hikâyesini Ahmet’le kıyaslarsak daha net gören biri. Engel olamadığı bir şeyler var iç dünyasında, bunlara engel olamıyor, ama çatışmalarının farkında. Giderek, başkalarıyla ilişkisinde de bir şeylerin değişemediğini görüyor. Bunda da kendi üzerine düşen sorumluluğu kabulleniyor, canı yanarak da olsa... Susması, kendine aynı hikâyeyi bir kez daha anlatmamak için. “Bu şöyle oldu çünkü ben buyum...” gibisinden sözlerle örülü bir anlatıyı yineleyip durdukça hikâyenin daha da kıvamlanacağını, yerleşikleşeceğini seziyor.

Roman boyunca Ahmet “kendinin karikatürü olmak” duygusunu sık sık yaşıyor. Bir olumsuzluk tınısıyla söylüyor Ahmet hep bunu. Bu duygu durumu –yazarken– size ne gibi kapılar açtı?

Başta kendimde, sonra da başkalarında gördüğüm bir şey “kendinin karikatürü olmak.” Yine hikâye metaforu ekseninde yanıtlamaya çalışacağım. Bir zamanlarki hikâyemiz oldukça gerçekçiyken, bir zaman sonra aynı hikâye hayli fantastik bir hal alabiliyor. Biz bu hikâyeyi gerçekçi bir hikâye olarak algılamayı sürdürdükçe kendimizin karikatürüne dönüşüyoruz. Kişinin kendine baktığında kendi karikatürünü görmesi -artık bir şeylerin farkına varıyor olmak anlamına gelse bile- acılı bir süreçtir. Utanırsın, sıkılırsın, küçük düşmüşsündür, daha da küçük düşüp iyice yok olmayı seçebilirsin, silkinip kendine dönmek istersin -buna gücün var gibidir de, yok gibidir de-, elin ayağına dolaşır, derin bir soluk alır, kendinle dalga geçmeye kalkarsın, kendin gibiler ararsın çevrende, onlarla daha çok dalga geçersin, onların hal ve hareketlerinde bir kez daha kendini görürsün, deminden beri saydıklarımı sil baştan yaşarsın... Bu gibi ruh hallerini yazmak insanı tetikte tutuyor. İnsan, kendi roman kahramanının karikatürüne benzemek ister mi hiç!

Hayatta sık sık bir şeyleri “zaman”a bırakırız. Zamanın gelmesini ya da zamanın geçmesini bekleriz. Ve bunu genellikle de sorgulamayız. Roman kişiniz Aynur ise sorguluyor. Ve yokoluşa kadar gidebiliyor düşüncelerinde. Bir önyargımızın altını çiziyor adeta. Sizce zaman kavramı insanın bir avuntusu mu ya da bir sığınak mı?

İsterseniz önce zamanı bir kenara bırakıp onun kavram çifti olan mekândan söz edelim. Dünyadayız. Bu çoğu zaman insana ağır gelen bir şeydir, ama şöyle bir silkinip de, Edip Cansever gibi, “Dünyadayız artık. Dünya!” dediğimizde kendimize geliriz; dünyada olmamak, olamamak da var... Öte yandan aynı şiirde Cansever’in dediği gibi, “kimsenin bir şey dediği yok, söylenmiş bazı sözler yaşıyor, o kadar.” Mekân (dünya) için söylediklerim zaman için de geçerli - bu ikisini birbirinden nasıl ayırırız. Zamanın akıp gidiyor oluşu bizi her iki yönde etkiliyor; hem eskiyoruz zamanla, hem de her an yenileniyoruz - zaman geçmese nasıl yenileniriz? Aynur, zamanın her iki yöndeki etkisinden de uzak olmak istiyor kimi zaman. Bu onun için bir seçim değil, zorunluluk. Zamanın geçişini hissettiğinde dünyanın uğultusuna tahammül edemiyor. Sorduğu sorularla, hatta sorulardan da çok reddedişleriyle (“O da değil, bu da değil, peki ne?” diyerek) kimi nadir anlarda zamanı durdurup “yekpare bir anın parçalanmaz akışında” olmaya çabalıyor belki de. O yekpare anda, zamansızlıkta, yaşamasızlıkta kendini var hissediyor. Çoğu zaman kendimizi en dipte hissedeceğimiz bu gibi duygu durumlarından o kendisine güç topluyor.

Hayat için “Yılgınlık verici bir tekrardan ibaretti” diye düşünen Aynur, “Çağımızda aşk sadece olmadığında, yokluğunda varlığına inanabildiğimiz bir şey değil miydi?” diye soruyor kendi kendine... Ya da soru formunda bir saptama yapıyor. Peki, siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Aşk varken ona inanıp inanmamak gibi bir derdimiz, sorunumuz olmaz sanırım. Yaşıyoruzdur, içerisindeyiz... Aşk üzerine konuşmaya, sorular sormaya, inandırıcılığını tartışmaya başlamışsak onu elimizden kaçırmışız demektir, düşüncesiyle yetinmeye çalışıyoruzdur. Zihnimizin, zekâmızın yeteneği oranında, kelime hazinemiz, akıl yürütmelerimiz aracılığıyla aşkın gölgesi üzerinden aşkı anlamaya (bir yanıyla da yaşamaya) çalışıyoruzdur. Aşk üzerine ahkâm kesmekten yılabiliriz, ama aşktan yılgınlık duymayız. Dediğim gibi aşk halindeyken ahkâm falan da kesmeyiz zaten.

Hayat ritüelinin akıldışılığını gören Aynur’un düşüncelerine ne kadar katılıyorsunuz? Eğer katılıyorsanız, bu ritüellere sımsıkı sarılmamızı nasıl açıklıyorsunuz / yorumluyorsunuz?

Bu ritüellere sımsıkı sarılmayıp ne yapacağız? Yapacak başka bir şeyimiz olmadığında, bizden önce belirlenmiş, yapılagelmiş, ritüelleşmiş şeyleri yineleyip durarak geçiririz zamanı. Bize öğretilmiş, zamanla içselleştirdiğimiz şeyler bu ritüeller. Kimi zaman işe de yarar, hakkını yememek lazım. Başkalarıyla ilişkilerimiz çoğu zaman verili kalıpların varlığı sayesinde sürmüyor mu? Herkese kendimizi açabileceğimiz, bize kendini açan herkesi kabul edebileceğimiz bir toplumsallık içerisinde yaşamıyoruz, o zaman kendimizin gölgesiyle başkasının gölgesinin iletişimine izin verip idare etmek gerekiyor. Bu da bir başka denge oyunu, bir tür cambazlık. Bunu çok başarıyla yapanlar olduğu gibi, beceriksiz adımlarla düşe kalka, yaralanarak sürdürmeye çalışanlar da var.

Ahmet’i düşünürsek, işi olmayan, işsiz insanın duyduğu ağırlıkla, içten içe yaptığı işe inanmayan insanın duyduğu ağırlık arasında ne türden bir farklılık var sizce? Var mı?

Baştan şunu kabul etmeliyiz. Para diye bir şey var. Geçim derdi, dünyanın gailesi dünyanın uğultusunun en derin seslerinden biri. Kimsenin geleceğine güvenle bakamadığı bir dünyada yaşıyoruz. Dolayısıyla işsiz insan parasız olmanın ağırlığını her an duyacaktır. Öteki, sevmediği bir işi sürdürüyor da olsa, ihtiyaçlarını giderecek parayı elinde tuttuğu ve elinde tutmayı sürdüreceğine inandığı için daha rahattır, daha farklı bir ağırlıktır duyduğu. Ne var ki yaşanan ekonomik krizler bu rahatlığı da aldı elimizden. Bir işimiz olacağının güvencesini duyamıyoruz artık. Yitirecek bir şeyimiz olduğunu fark etmeye başladık. Bu durumda belki de duyulan ağırlıklar benzeşmeye başlıyordur. Kriz zamanlarıyla normal zamanlar da benzeşiyor bu noktada. Kriz zamanlarının ağır havasını normal zamanlarda da duymaya başladık. Bu da krizin arızi değil kalıcı olduğunu gösteriyor. Normal zamanlar dediğimiz zamanlar hakikaten normal zamanlar olsa, bunları bu sıklıkta krizler takip etmez.

Ahmet’in ruh durumundan yola çıkarak soruyorum: Bulunduğu yerde olmak istememekle dünyanın uğultusu arasında bir bağlantı var mı sizce?

Çoğu zaman nerede olmak istediğimizi bilmiyoruz. Tek bildiğimiz bulunduğumuz yerde olmak istemediğimiz. İşsiz insanla çalışan ama işini sevmeyen insanın benzeştiğinden söz ettik az önce. Sevdiği işi yapmayan biri kendini gerçekleştirmekten, yaratıcı etkinliklerde bulunmaktan uzaktır. Dünya daha fazla uğuldamaz mı o zaman?

İnsanların kendilerini güvende hissetmeleriyle etik arasında nasıl bir ilişki var sizce? “Biz” ve “onlar” alanı siyasetin ve ideolojinin gerçekten de temelinde duruyor. Sizce hangi koşullarda siyaset ve ideoloji “hepimiz”, “herkes” alanına kayabilir? Bunun etik ve toplumsal koşulları nelerdir?

“Hepimiz” diye siyasi anlamdaki yekpare bir bütünden ancak sınıfsız toplumda söz edebiliriz sanırım. Bu da siyasete ve ideolojiye gerek duymayacağımız bir noktadır. Öte yandan, evrensel insan hakları konusunda bile uzlaşmanın sağlanamadığı günümüz toplumsal-siyasal ortamında, bu evrensel hakların hepimiz, herkes için geçerli olmasını talep ettiğimizde bile bizim gibi düşünmeyenlerle çatışma içerisine giriyoruz. Siyaset bugün bu noktadaki tartışmalar üzerinden sürüyor. Az önce de söyledim ya, herkesin oy hakkını savunanlar, herkesin ekmek yeme hakkı söz konusu olunca yan çiziyorlar. Üstelik eşit oy hakkını bile içselleştirmiş değiliz. Bir profesörün oyu ile bir çobanın oyunun eşit olup olmadığı konusunda bile uzlaşmış değiliz. Bu konularda uzlaşmamız gerek önce. Çobanın oy hakkı bizimkiyle eşit, ama onun beslenme, sağlık ve eğitim hakkı da bizimkiyle aynı olmadıkça çok şey eksik kalacak. Rekabet koşulları karşısında hepimiz eşitmişiz gibi bir hava yaratılıyor. Bilmem hangi çoban memlekete reisicumhur olmuş. Evet, olmuş, ama yüz binlercesi de nasıl koşullarda yaşıyor ve ölüyor. Üstelik rekabet özgürlük değil tutsaklık getiriyor. Rekabet edebilmek için farklılıklarımızdan vazgeçmemiz gerekiyor. Farklılıklarımızı koruyabileceğimiz, siyasal hakların yanı sıra ekonomik ve sosyal haklar bakımından da eşit olduğumuz koşullarda, belki bir parça daha yekpare bir “hepimiz”den söz etmek mümkün olabilir.

Pek çoğumuz için iyi okul, iyi iş, kendini güvende hissetmek için yeterli. Bazılarımız için değil. Bu amaç ve hedef, insani değerlerle ne kadar örtüşüyor sizce?

Gelinen noktada, bu saydıklarınız çoğumuz için yeterli olmayacak gibi görünüyor. Yeni bir kriz korkusuyla kendini güvensiz hissedenler giderek artıyor. İnsani değerlerin ne olduğu konusunda da tanımımı olumsuzundan yola çıkarak yapma yanlısıyım. Robotik değerlerden söz etmiyorsak insani değerlerden söz ediyoruzdur. Bizi birörnek yapmayacak, yaratıcılığımızı hayata geçirmemize izin verecek, başkalarına zarar verme pahasına bir şeyler edinmeyi göze almamızın gerekmeyeceği bir dünya özleminden söz ediyorum. Günümüz dünyasına hâkim olan ve bize empoze edilen amaç ve hedeflerle pek örtüşmüyor sanırım bunlar.

Ahmet kendine bakarken “Bir film olsaydı yaşadıkları, ya da bir roman. Çoktan sıkılırdı izleyici de, okur da. Salon boşalmış, kitap bir kenarda unutulmuş olurdu” yorumunu yapıyor. Sıkıcılığın, sıkıntının romanı ya da filmi okuyucu ya da izleyici bulmaz mı sizce?

Ahmet’in romanı da bir yanıyla sıkıcı. . Normal zamanda olsun, kriz zamanında olsun Ahmet’in pırıltılı dış görünüşünün altında sıkıcı bir hayatı olduğunu görüyoruz. Hayatlarımızın nasıl da sıkıcılaştığını, bu sıkıcılığın krizlerle ilgisi olmadığı anlatmak istedim Dünyanın Uğultusu’nda... Bu sıkıcılıktan kurtulmak için bizi eğlendirecek şeyler arıyoruz çoğunlukla. Sinemada da, edebiyatta da aradığımız böyle şeyler artık. Kendi hayatlarındaki sıkıcılıkla yüzleşmeye cesaret edebilenler içinse sinema ve edebiyatın başka anlam ve işlevleri var. Bu gibi izleyici ve okurun itibar ettiği eserleri “eğlence sektörü”nde değerlendirmiyoruz zaten.

Yaşadıkları karşısında “kader”den “gen” nedenselliğine geçen insanın duyuş ve düşünüşü özsel olarak da değişiyor mu sizce? Değişiyorsa, bu gelecekteki insanın yaşama değerlerinde bir değişime hatta dönüşüme yol açar mı dersiniz?

Kader karşısında da, gen karşısında da elimizden gelen çok şey yok. Ama arada büyük bir fark var. Kaderimizde ne olduğunu bilme şansımız yok, ama genlerimizi bir ölçüde bilebiliriz ve kendimizi koruyacak şeyler yapabiliriz. Şunu da unutmamak gerekir. Yaşadıklarımızın, başımıza gelenlerin ardında hangi nedenselliğin izini arıyor olursak olalım, esas olan yaşadıklarımız karşısında alacağımız tutumdur. Genlerine en kaderci kişilerden daha bağnazca tutsak olanlar yok mu? Ya da kendi iradesiyle yapıp edeceklerinin sorumluluğunu tam anlamıyla alan, ama yapıp ettiklerinin kendi kaderi olduğuna inananlar? Aldığımız tutum, inandıklarımızdan daha önemli görünüyor bana.

Romanın sonlarına doğru Ahmet, “İster inan, ister inanma. Aynı nehre bir daha girilir. Bir daha yanıp tutuşulur. Daha önce yaşananlar görmezden gelinir, geceler boyu kaçan uykular, kurgular, kuruntular... Hiçbir uğultu çalınmaz kulağa – sadece kalbin ritmi” diyor. Bu saptama bir çaresizlik duygusunun yanı sıra bir isyan tınısını da barındırıyor içten içe... Bir roman kişisinin çaresizlik ve isyan arasında salınması, okuru da dönüp kendine bakması açısından kışkırtıyor... Bu konuda siz neler söylersiniz? Gerçekten bir tekrardan mı ibaret hayatımız?

Evet, öyle, ama bunun için çok üzülmemiz gerekmiyor. Daha doğrusu, canımızı esas sıkması gereken benzer şeyler yaşıyor olmak değil, tekdüze bir tekrar duygusuna kapılıyor olmamız. Şunu da gözden ırak tutmamak gerek. Yaşadıklarımız belki tekrardan ibaret, ama tekrarı yok bu yaşadıklarımızın. Biricik bir deneyim bu. Yeniden doğuşa inananlar bile aynı hayatı yeniden yaşayacağımızı söylemiyorlar. Kalbin ritminin bütün sesleri, uğultuları bastıracağı anlar yaşamayı sürdürebiliriz, benzerini daha önce yaşamış olsak da... Kendimize yakıştırdığımız hikâyelerimize çok kulak asmamak gerekiyor; her an yeni bir hikâye kuruluyor, her an yeni bir hikâyenin içerisindeyiz esasında. Tekrar duygusuna kapılmak da, bizi bekleyen yeni deneyimi biricik bir deneyim olarak yaşamak da bizim elimizde.

“Kendini çoğu gün yokmuş gibi hissetmenin iyi yanının hiçbir yarışın içinde olmamak olduğunu fark” eden Aynur için varoluş noktası/noktaları tam da bu hissedişte mi acaba? Siz bu konuda neler düşünüyorsunuz? Aynur gibi bir roman kişisi yaratmanızın arka planını bizimle paylaşır mısınız?

Aynur, durmadan canını sıkan, öfkelendiren insan, kurum, ya da değer yargılarının karşısında, onlar gibi olmadığını fark ettiği zamanlarda bir parça soluk alabiliyor. Ahmet’te olmayan bir cesaret var Aynur’da. “O da değil, bu da değil, peki ne?” diyebiliyor. “Peki ne?” Bu soruyu sormak, bir yanıt bulamamaya da hazır olmaktır; cesaret ve açıklık gerektiren bir duruştur bu. Şunu da biliyoruz: “Peki ne?” sorusuna yanıt bulamadığında da, dönüp daha önce reddettiği yanıtları kabullenmeyecek Aynur. Biz çoğu zaman bu denli açık değiliz, bizden önce verilmiş yanıtları benimseyiveriyoruz, sonra da bizimle aynı yanıtı vermiş olanlarla bir “biz” kurup, bizden olmayanlara karşı çıkıyoruz. Dünyanın Uğultusu’nda ucundan bir parçasını anlatmaya çalıştığım 1990’ların (hatta 2000’lerin) toplumsal atmosferi, “Peki ne?” sorusuna verilmiş sayısız yanıttan, bu yanıtların bileşkesinden oluşuyor. Bu yanıtlar arasında hayli muhalif yanıtlar da var üstelik. Aynur, sahici olmayı “bir şey” olmaya yeğliyor. Bir şey olanların dünyasında işi zor, kendini hemen bir yere atanlar arasında yeri yok onun - yersiz yurtsuz. Ahmet’in hassas dengeler kurmak pahasına ihmal ettiği, işsiz kalıp da kendi hayatını sorguladığında uzaktan anımsar gibi olduğu yanına hitap eden biri... Sanırım Ahmet bu nedenle beklenenden fazla ilgi gösterdi Aynur’a.

22 Şubat 2009 Pazar

İLK ROMANLA ATILAN ÇIĞLIK - SADIK ASLANKARA

Cumhuriyet Kitap, 19 Şubat 2009

ROMAN EVRENİYLE SES VERMEK…
Son aylar içinde okuduğum ilk romanlar neler oldu? Saba Kırer’den Jako (Everest, 2008), Eylül Eraslan’dan Küllerim Savrulurken Geçmişe… (Marka, 2006), Behçet Çelik’ten Dünyanın Uğultusu (Kanat, 2009), Şakir Doğan’dan Yaratıcım ve Ben ( Kora, 2006)…
Bu kadar değil elbette okuduklarım, nitekim aralıklarla üzerinde duruyorum ilk romanların. Demek istiyorum ki, öteki ilk romanlara da gelecektir sıra…
Yazınsal deneyimleri, geçmişleri ne olursa olsun türe değgin ilk verimlerinde yine de “çiçeği burnunda” birer heyecanlı yazar konumunda bu adların tümü de, yürekleri tıpırtı içinde. Gerçekten de sözgelimi bunlardan özellikle Behçet Çelik, öykü alanındaki süreğen, direngen verimleyişiyle dikkati çeken bir yazarımız... Onun kimi öyküleri üzerine geçmişte bir çalım durmuştum “Kitaplar Adası”ında, yakınlarda tüm öyküleri üzerinde bir yazı kaleme almayı tasarlıyorum bu arada. Böyle düşünürken ben, Behçet Çelik, apansız bir ilk romanla çıkageldi: Dünyanın Uğultusu.
Bir yazarın öykücülükte kendini bileyerek yazınsal verimini sürdürmesi başkadır. Bunu en iyi öykücüler bilir diyeceğim, öteki türlerin verilmeyicileri bağışlarsa beni… Bu yargımda kendi deneyimlerimin payı büyük kuşkusuz… Bunun da verdiği cesaretle, öykücülerle denemecilerin kaleme aldığı ilk kitapların öteki yazarların ilk kitaplarına oranla dilsel açıdan açık farkla doygunluk, tamlık yansıttığını söyleyebilirim. Ancak öykücüler dille, sözcüklerle, tümcelerle oynar, bu anlamda seçicilik yansıtırken roman oylumuna yayılan çalışma içinde öykü konusundaki sabrı, disiplini yansıtamayabiliyor zaman zaman. Böylesi zayıflık taşıyan bir tutumu hemen bütün öykücülerimizce verimlenen ilk romanlarda gözlediğimi öne sürmekten çekinmeyeceğim. Denemecilerimiz de dilde güzellikler sergiledikleri halde verimlerinde denemeciliklerinin yüzeye vurmasına engel olamıyor bir türlü.
Bu çerçevede Behçet Çelik de, beğenerek okuduğum değerli bir öykücümüz olduğu halde, yazarın bu ilk romanında öykülerinde rastlanmayan dilsel savrukluklarla karşılaşılabiliyor. Ama bu durum, Dünyanın Uğultusu’nun önemli bir roman olmasını engellemiyor yine de. Neden önemli Çelik’in romanı? Bir kez altı çizilerek belirtilmesi gerekiyor; pek çok yazarın boş verdiği, en hafif deyimiyle gönül indirmediği konuları kendine dert ettiği; ekonomik, toplumsal çalkantıları, bunun yansıması olarak yaşanan günümüzdeki ekonomik krizi, bunların zorunlu sonucu olarak işsizliği, sonuçta “dünyanın uğultusu”nu odağa aldığı için önem taşıyor bu roman ilk önce…
Sonra bütün bunları, gündelik yaşam içinde, olgusallık paydasında yansıtmaya çalışırken, alçakgönüllü bir örüntülemeyle olup biteni kavramlaştırmaya çabalıyor… Sormak gereği duyuyorum, okur olarak siz kaç romanda işsiz insanın psikolojisine inildiğine tanık oldunuz acaba, aşksız kalmış insanların kısılmışlıklarına, aile, arkadaş çevresi, toplum kıskacında gündelik çözüm arayışına, yine günübirlik yaşanılanlar açısından ayrıntıya inilip geniş yer açıldığına?...
Hadi diyelim bunlar, romanın dış çatısı, kurulan evreni bağlamında, işlevselliğine dönük yaklaşım içeriyor. Yapıtın güzelduyusal nitelikleri, kahramanlarının karakter bağlamındaki yapılandırılışı üzerine neler söylenebilir, gelin biraz da bunun üzerinde duralım öyleyse…
BİRİKTİRİLEN ROMANDAN ROMAN BİRİKİMİNE… Ahmet, yaşı kırka varmış, bir açıdan kırk yaş korkuları yaşamaya koyulmuş taşra kökenli biridir. Sevgilisinin bırakıp gidişi üzerine bir de işten çıkarılır. O güne dek neredeyse “kıpırtısız” sürdürdüğü yaşamı birden “kıpırtılanmaya” başlar. Behçet Çelik, kahramanını kendi bakışıyla yapılandırırken “elöyküsel” anlatımı yeğliyor. Ahmet’in rastlantıyla tanıştığı Aynur’u da kadının kendi bakışıyla, yani özöyküsel bakışımla, ama “elöyküsel” aktarımla anlatıyor. Ahmet, yaşamında eksilenlerle birlikte yenice başlayan kıpırtıyı birlikte değerlendirir; daha canlı, eylemli biçimde kendi yaşamına dönük hesaplaşmalara, sorgulamalara girer, bunlar üzerine düşünür. Ancak kendi yaşamına, bu yaşam içindeki oluntulara karşı çelişik duygular içindedir hep. Örneğin sevgilisinin bırakıp gidişini engellemek için hiçbir çaba göstermemiştir, ama yeni kuracağı ilişkiler içinde kadınlara karşı kendini sınamayı çok istiyordur. Ahmet’in Aynur’la Ayla’ya karşı tutumunda izleriz bunu. Çelik bir yazarın kahramanını yaratıp yapılandırırken en başta çelişkilerden yararlanması gerektiğini çok iyi biliyor. Böyle olunca romanın gerçektenlik duygusu alabildiğine yükseliyor elbette. Nitekim işsiz kalmak tekdüze yaşamını değiştirir Ahmet’in. Kıpırtısızlık da kıpırtıya dönüşür enikonu. Sözgelimi “işsizler ordusu”na katılmış olmakla birlikte “tuhaf” bir rahatlık da duymuştur bu durumundan. Ama cehennemtedirginliği de yaşar bu arada. Diyeceğim, bir yandan kendi doğrularını yaşamaya çabalar, öte yandan işsiz, aşksız kalışın derin tedirginliğini, korkusunu yaşar… “İşsiz insan n’apar? İşsiz insan n’apar?” (18) Salt bu yineleme bile bir adres oluşturabiliyor romanda kolayca. ( İşsiz kalınca politik oldum, diye düşünüp gülümsedi. Neydi? Hah, sınıf bilinci…” (19) Bu yöndeki korkuların, tedirginliklerin bir benzerini Ahmet’in ilgi duyduğu Aynur için de Ayla için de öne sürmek olası. Böylelikle yazar, roman kahramanları aracılığıyla bir “kamera göz” niteliğinde alıcısını gezindiriyor toplum içinde. Bütün bunlar dikkate alındığında Dünyanın Uğultusu, yaslandığı gerçekçi toplumsal ilişkiler ağı üzerinde yapılandırılan evreniyle, ancak romancılığın bir başka olmazı bağlamında gereksinilecek kurgusal bağlantıların göz ardı edilmediği yapıt olarak nitelenebilir. Kahramanları aracılığıyla dünyanın uğultusunu duyurabiliyorsa eğer bir roman, okurda yüksek gerçektenlik duygusu da bırakacaktır ister istemez.
Bütün bunların ardından, gereksiz pek çok yinelemeye hatta roman evreni içinde işlevsizce yer verilmiş onca kişi adına rastlansa da Behçet Çelik’in Dünyanın Uğultusu ile yazınımıza alçakgönüllü, güzel bir “ilk roman” sunduğu kabul edilmeli…

18 Şubat 2009 Çarşamba

AÇIK PENCERELER - BÜLENT USTA

BirGün, 18 Şubat 2009

Bir sürü penceresi bulunan, büyük bir odadayım sanki. Açıyorum pencerelerden birisinin perdesini, karşıma yakılıp yıkılmış bir kentin sokağı çıkıyor. Sonra başka bir pencereyi açıyorum, işsizlerden oluşan bir kuyruk çıkıyor karşıma bu defa. Bir başkasında hemen pencereyi kapatıyorum, çünkü gaz bombalarının atıldığı bir sokağa bakıyor. Düğün ya da cenaze alayları geçiyor sokaklardan. Bazılarının pencere olmadığını görüyorum sonradan. Pencere şeklinde ekranlar konulmuş… Bazı ekranlarsa, sadece içinde bulunduğum odayı gösteriyor. Kendime bakıyorum, pencere görünümündeki ekranlardan. Bir süre sonra, tüm pencerelerin birer ekrana dönüştüğünü ve o ekranlarda görmem istenen şeyleri gördüğümü fark ediyorum. Yanıp yıkılmış sokaklar yok orada… Hayalini kurduğum sokaklar, insanlar, birbirinden renkli ve ilginç olaylar izliyorum. Bir süre sonra izlediğim şeylerin gerçekten de hayatın kendisi olduğuna inanmaya başlıyorum. Sözünü ettiğim o büyük oda, hapishaneye mi, yoksa akıl hastanesine mi dönüşüyor git gide? Hapishanelerin ve akıl hastanelerinin ortak noktalarını düşünürsek, ikisi birden de diyebiliriz. Aslında “akıl hastanesi”, Türkçeye özgü mükemmel bir tanım da taşır içinde: Akıl, hastadır çünkü… Ayfer Tunç’un Can Yayınları’ndan çıkan Bir Deliler Evinin Yalan Yanlış Anlatılan Kısa Tarihi adlı romanında, sırtını denize dönmüş akıl hastanesi, bir Türkiye metaforu olarak sunuluyor örneğin. Bu metaforla, hem denizlerle çevrili bir ülke olmamıza rağmen denizden uzak duruşumuz, hem de yaşanılan ve yaşatılan olaylara bakarak ülkenin büyük bir akıl hastanesine dönüştüğüne işaret ediyor yazar. Roman, adı gibi uzun ve 100-150 yıllık bir Türkiye tarihiyle yüzleştiriyor bizi. Ayfer Tunç’un hem dile ve kurguya hakimiyeti, hem de diğer kitaplarında da tanık olduğumuz karakter zenginliği, bu romanda da karşımıza çıkıyor. Aslında romanın bende uyandırdığı duygu, bir tür röntgenciliğe denk düşüyor. Hani iş yerinizdeki birisini ya da bir arkadaşınızı, yakın olduğunuz birisiyle çekiştirir, dedikodusunu yaparsınız ya, Ayfer Tunç’un romanındaki anlatıcı da böyle bir his bırakıyor insanda. Örneğin romanın başlarında özel bir üniversitenin öğretim üyelerinden Ülkü Birinci’yi anlatırken, onun aşk hayatından üniversite kariyerinin yüzeyselliğine, geceleri gizlice yaptığı chatlerden yaşadığı kaçamaklara kadar pek çok ayrıntıyı öğrenebiliyoruz. Elbette bu ayrıntıların her birinin romanda bir işlevi var. Romanda karşımıza çıkan, devrimci, doktor ya da tavernacı gibi karakterlerin tümü, hayatın-hayatımızın içinden karakterler. Behçet Çelik ise, Kanat Kitap’tan çıkan ilk romanı Dünyanın Uğultusu'nda bu röntgenciliği bir başka biçimde yapıyor. Ayrıntılar ve olaylar, romandaki karakterlerin iç dünyalarında aranıyor daha çok. Elbette bu iç dünya, dış dünyadan bağımsız değil. Ama içeriden bakılan, içerideki bir dış dünya söz konusu olan… Ayfer Tunç’un ironik bir dille anlatmayı tercih ettiği insanlar, Behçet Çelik’in romanında varoluşsal ya da toplumsal acıların ortaklığında buluşuyor. Birbirine zıt iki pencereden hayata bakıyor görünseler de, aslında iki yazarın da kendilerine mesele ettikleri şeyler ortak: İçinde bulunduğumuz o büyük odanın pencerelerini açmak… Bu iki romanın içinde gezinirken, Foucault’nun Ayrıntı Yayınları’ndan çıkan ve seçme yazılarından oluşan Büyük Kapatılma adlı kitabındaki bir makalede söylediklerini anımsadım. “On dokuzuncu yüzyıl boyunca ve yirminci yüzyılın ilk yarısında siyasi bilgi, ekonomik gelişmeyle bir arada olmak zorundaydı. Yıllar geçtikçe, ekonomik gelişmenin bireylerin yaşamı üzerinde olumsuz etkiler ürettiği de görüldü. Öyle ki, şimdi iktidarın bilgeliği bu gelişmenin meydana getirdiği etkilerin sürekli olarak düzeltilmesinde yatmaktadır” diyordu Foucault… Siyasi bilginin, iktidardaki elitlere terkedilmesinin sonucu olarak, yöneticilerin doktor, halkın da hasta olduğu büyük bir tımarhane, zorunlu bir yaşam biçimi olarak dayatıldı günümüz insanına… Mesele, bu tımarhaneden çıkış yollarını araştırmak... Bunu için de Foucault’nun Nietzsche’yi örnek vererek, her entelektüel filozof-gazeteci olmak zorunda dediği şeyi yapmak gerekiyor belki de, hakikatin tıpkı ekranlara dönüşen pencerelerdeki gibi iktidar tarafından rehin alındığını düşünürsek. Kitlelerin bilmek için entelektüellere ihtiyacı kalmamıştır, ama entelektüellerin “iktidar biçimlerine karşı, bu biçimlerin hem nesnesi hem aracı olduğu yerde mücadele etme”si de kaçınılmaz. Edebiyatın hakikatle kurduğu ilişki, bu açıdan çok mühim… Hayata baktığımız pencereler çoğaldıkça, daha çok hayatın içinde hissedeceğiz kendimizi… Dünyanın Uğultusu'ndaki Ahmet, romanın bir yerinde şöyle konuşuyor kendisiyle: “Akıl, evet akıl. Tek yol gösterici. Aklın yolunu izlemeli insan. İş aramaya başlamadan, bulmadan, şu can sıkıcı günlük rutini kırmadan, hiçbir şey değişmez –böyle diyor akıl. Doğru söz -bu da söz!- ama midesi kasılıyor aklın tavsiyeleriyle. Aklın söylediklerinde mi bir terslik var, bedenin tepkilerinde mi?” Dünyayı kocaman bir tımarhaneye ve hapishaneye çeviren akılla yüzleşmek için, edebiyatın yol göstericiliği şart.