25 Ocak 2009 Pazar

BEHÇET ÇELİK'İN İLK ROMANI: DÜNYANIN UĞULTUSU - PAKİZE BARIŞTA


Taraf, 25.01.2009

Edebiyat ne soru sorar ne de cevap verir.
Bilinenin aksine, edebiyat aslında konuşmaz da. Dinler sadece, dinlediğini de aktarır sonra.
Edebiyatın dinlediği ve aktardığı, bir boşluğun dolduruluşudur yalnızca. İnsan, hep kendi boşluğunu doldurma çabasında olduğundan, kendi macerasını kendi yaratmak zorunda kalan bir canlıdır. Ve kendi doğumunun ebesi olarak, bu zorunlu varoluşunun çığlığını evrene salar. Edebiyat da, işte bu şaşkınlık sesini, bu bir tür huzursuzluk titreşimlerini dinleyerek, aksiseda olarak gönderir aynı insana. Bu süreç içinde edebiyat, aslında dinlediğini kendi meşrebine göre dönüştürerek ulaştırmış olur okuruna. Sanki ölümsüz olan tek şey edebiyattır bu anlamda; çığlığı, duyguya dönüştüren sadece edebiyattır çünkü.
Hikâyeleriyle tanıdığımız Behçet Çelik, ilk romanı Dünyanın Uğultusu’nda, çoğunluğun (kalabalığın) içindeki tekil kişinin çeşitli kader ortaklıklarına dokunuyor adeta.
Homo sociologicus, mademki bir insani ortaklıktır; o zaman edebiyat da, bu ortaklığın derinlerine doğru ilerleyip –pek çok yazarda olduğu gibi–, Behçet Çelik’in kalemi aracılığıyla da, bu ortaklığın sırlarından birini ifşa edebilir: “İnsanlar eşit diyenler haklardan, özgürlüklerden söz ediyorlardı, en büyük eşitlik aynı acıyla kavrulmanın ortaklığıydı.”
Edebiyata göre bir insanlık ortaklığıdır bu.
Behçet Çelik dünyanın fiziğinden, sistemin kimyasına, toplumun sınıfsal payandalarına; bireyin garanticiliğinin aslında garantilerini nasıl yok ettiğine kadar uzanan kapsayıcı bir uğultuyu, edebi bir lezzetle önümüze koyuyor romanında; hem de oldukça şaşırtıcı bir sosyo-ekonomik ve psikolojik çalkalanmayla birlikte. Uğultunun içindeki duyulur duyulmaz müzikaliteyi de incelikle edebileştiriyor aynı zamanda.
Romanın başkahramanı Ahmet, bilgisine, işine gücüne güvenen, sınıf atlama değilse de, yükselme hevesi taşıyan bir küçük burjuvadır. Ekonomik kriz nedeniyle işinden kovulduğunda ortada kalır; bu hiç beklemediği durum, önce belli bir sükûnetle karşıladığı, sonraları iç kaosa dönüşen bir ruhi hal olacaktır onun için.
“Bütün kargaşalar doğaldı, azdı hatta. Bunca insanın çoktan birbirini yemesi gerekirdi, gene iyi kötü bir düzen tutturmuştu dünya –savaşı, açlığı, yokluğuyla. Üniversitede aldığı derslerde anlatılanlar buydu belki de. İyi kötü bu düzenin nasıl tuttuğunu, bunu tutturan asli yapıştırıcının, paranın bunu sağladığını anlatmaya çalışıyordu hocaları.”
Dünya, para, işsizlik, bir türlü tutturulamayan aşklar, kendine yabancılaşmanın sonucu güvensizlik ve uğultu... Behçet Çelik, daha önceki yazılarında bize ilettiği şifreleri, Dünyanın Uğultusu’nda oldukça açıyor; artık bir roman yapısı var karşımızda zira. Çatışmalardan ortaya çıkan titreşimlerin duygusal sonuçlarını daha da netleştiren, kristalize eden bir edebi mimariye sahip Dünyanın Uğultusu.
“İster inan, ister inanma. Aynı nehre bir daha girilir. Bir daha yanıp tutuşulur. Daha önce yaşananlar görmezden gelinir, geceler boyu kaçan uykular, kurgular, kuruntular… Hiçbir uğultu çalınmaz kulağa –sadece kalbin ritmi.”
Behçet Çelik’in kalemi, bir başka okumayla uğultuyla uğultusuzluk arasında gidip geliyor bana göre. Yazarın huzursuzluğu kimi zaman büyük bir uğultuya dönüşüyor ve sistemi sorguluyor, kimi zaman da kahramanlarıyla o kadar buluşuyor ve o kadar iyi anlaşıyor ki, kendi boşluğunu edebiyatla dolduruyor; başka çaresi de yok zaten –aslında bu hepimiz için geçerli ya–.
Dünyanın Uğultusu, hayatı çok yönlü kapsayıcılığıyla modern Türk edebiyatında kalıcı olmaya aday bir roman bence. Manalar arasında her türlü mülkiyetin –duygusal olanlar da dahil– açığa çıkarıldığı ve aynı zamanda varoluşun da net olarak tanımlandığı bir edebi altçizme uğultusu Çelik’in romanı.
Yazarın mesajı çok açık aslında: “Korku dolu bir şeydi dünyada olmak.”
Dünyanın Uğultusu, sakin ama edebi örgüsü içinde duygunun birçok halinin karşılaştığı –acıdan tevekküle–şiirsel bir yapıya sahip. Romanda zaman duruyor bazen, hatta donuyor; ama bazen de kıvrak bir edebi çalımla doludizgin uzaklaşıyor insandan.
Behçet Çelik, bu romanıyla hayatımızı aydınlatmaya çalışıyor adeta; ama bu aydınlatma oldukça acılı. Buradaki yerimiz daha fazla şey söylemek için sınırlı. Dünyanın Uğultusu için biraz daha ayrıntılı bir yazıyı, önümüzdeki haftalarda K Dergi’de okuyabilirsiniz.

23 Ocak 2009 Cuma

ORTA SINIF KRİZDE - A. ÖMER TÜRKEŞ





Radikal Kitap, 23.01.2009


Hikâyeci yönüyle tanıdığımız, 2008 Sait Faik Hikâye Armağanı sahibi Behçet Çelik, 2009 yılına romanla başladı. İki Deli Derviş (1992), Yazyalnızı (1996), Herkes Kadar (2002), Düğün Birahanesi (2004), Gün Ortasında Arzu (2007) adlı hikâye kitaplarında orta yaştan orta sınıftan insanların hayatlarını, en çok da sıkıntılı hallerini anlatıyordu Çelik. İlk romanı Dünyanın Uğultusu’nda ilgi alanını değiştirmemiş. Bir üst sınıfa terfi etmek üzereyken ekonomik krizle işini kaybedip bir alta düşmek tehdidine uğrayan kırkına yaklaşmış bir adamın hayatından bir kesit sunuyor. Ahmet, taşranın büyük kentlerinden birinde büyümüş, üniversiteyi İstanbul’da tamamlayıp bu kentin vaat ve imkânlarına kapılmış, iyi bir iş, iyi bir yaşam standardı yakalamış bir adam. Hayatının böyle sürüp gideceğinden bir an bile şüphe etmemiş, gelecek endişeleri taşımamış; ta ki ekonomik kriz gelip çatana, yoksul kesimlerle birlikte beyaz yakalıları da vurana kadar. Dünyanın Uğultusu, işte tam bu anda, Ahmet ve bir grup arkadaşının işten çıkarılmaları sırasında başlıyor... Arkadaşları işe geri alınmak için pazarlık yaparken Ahmet katılmayacaktır aralarına. Çünkü o, yıllardır süren monotonlaşmış iş yaşantısında unuttuğu görüntüleri yeniden yakalamış, içinde nicedir hissetmediği kıpırdanışları fark etmiştir; “Çarşının içinden geçerken aklında kıyıdaki parka inmek yoktu. Biraz dolaştıktan sonra atıştıracak bir şeyler alıp eve gitmekti niyeti. Hoşuna gitmişti yürümek, ısıtmayan kış güneşi, tenha caddeler. Yıllardır yapmadığı şeydi günün bu saatlerinde avare dolanmak sağda solda hafta içinde. Demek, böyle sessiz, böyle tenha da oluyormuş buralar. Okul yıllarında bile kışın buralarda bu saatte hiç yürümemiş olabilir. Dükkânları, mağazaları, iş hanlarını geride bırakıp dar sokakların, çok yüksek olmayan apartmanların arasından denize yukarıdan bakan genişçe bir alana çıktığında seviniverdi. Bulut yumakları güneşi örtmüş, ama ötelerde, denizin üzerinde gümüşi bir kıpırtının, titrek, neşeli, neredeyse göz kırparak salınmasına engel olamamışlardı. Bu saatte dün bu saatler öğle yemeği vaktiydi şirkette demek böyle bir açı oluyordu güneşle denizin arasında. Şaşkın baktı bir süre kırpışan ışığa. Sadece açı, ışık, manzara değildi şaştığı; kendindeki kıpırtıyı da o da mı gümüşiydi yoksa? yadırgamıştı. Nerdeyse büsbütün alışmışken kıpırtısızlığa.”Bankadaki birikimiyle bir müddet geçim sıkıntısı çekmeyeceği ve bu süre içerisinde yeni bir iş bulacağı ümidiyle işsiz günlerin, önüne açılan yeni hayatın tadını çıkarmaya çalışacaktır Ahmet. Ne var ki onca yılın tortusunu atmakta zorlanacak, mevcut konumunu yitirme korkusuyla elini her cebine attığında kendisini maddi hesaplar yaparken bulacaktır. Yeni bir hayatı nasıl ve nerde kurması gerektiği hakkında donanımlı da değildir. Belki de bu nedenle kapılıverir önüne ilk çıkan kadınlara. İçindeki kıpırtısızlıkla tükettiği bir ilişkinin defterini yakınlarda kapatan Ahmet, işsizliğin daha ilk günlerinde, rastlantılarla tanıştığı Ayla ve Aynur arasında kalakalmıştır.Kapitalizm ve tükenmez krizlerAhmet’in gönlü; yaşları, yaşam tarzları, sınıfsal aidiyetleriyle birbirine hiç benzemeyen iki kadın arasında gidip gelecektir. Bir yanda Aynur’un gençliği, ilgileri ve Ahmet’i zaman zaman bunaltan sorgulamaları, öte yanda Ahmet’i hep pohpohlayan Ayla’nın ışıltılı ve kendine güvenli tavrı, nereden gelip nereye gideceği muhasebesi yapan kahramanımızın zihnini daha da karıştırmıştır. Aynur ve Ayla arasında yapacağı seçim, Ahmet’in bundan sonra izleyeceği yolu da çizecektir. Sadece toplumun her kesimini derinden etkileyen ekonomik krizin yansıması bile uzun uzadıya tartışma gerektirdiğinden romanın özetini burada bitirelim. Bir romanın tamamlanma süresi düşünüldüğünde, “Dünyanın Uğultusu”nun gerçek hayatta kriz henüz ilan edilmemişken kurgulandığını söyleyebiliriz. Daha açık bir deyişle, Behçet’in kapitalizmde krizlerin tükenmezliği bilgisinden hareketle hikâyeleştirdiği kehaneti belki de onun bile tahmin etmediği kadar kısa bir sürede gerçekleşmiş durumda. Anlatım özelliklerini, dilini, üslubunu şimdilik bir kenara bırakıyorum: Dünyanın Uğultusu’nun önemi, yazarın krizi önceden kestirmişliğinden gelmiyor elbette. Hikâyesi, Türk romanını tartışırken 2000’li yıllardan bu yana sıklıkla yakındığım bir boşluğu doldurmasıyla özellikle dikkat çekici. İlk kez Ahmet Oktay’ın işaret ettiği boşluk, Türk romanının ilk yüz yılında paranın bir izlek olarak yeterince işlenmemişliğidir. Yoksulluktan zenginlikten bahsedilmiş, ancak sıfat halinde kullanılmaktan öteye geçmeyen bu bahis gündelik hayattaki dinamikleri eksik bırakmıştır. Herkesçe malum görüntüleriyle işlenen yoksulluk-zenginlik çiftinin konu edinilmesi siyasi meselelere açılmak isteğindendir. Bu eğilim, 60’lı, 70’li yıllara kadar kapitalizmin Türkiye’deki gelişme evresiyle açıklanabilir. Ancak dünya kapitalist sistemine eklemlenmesini tamamlamış, AB ile bütünleşme sürecine girmiş, bu sürecin sancılarını çeken 21.yüzyıl Türkiye’sinde paranın izi hâlâ sürülmüyorsa ortada bir sorun, bir yokluk var demektir.Ekonomik kriz sürerken krizin insan hayatlarına yaptığı etkilerden söz edilmemesinin görmemekten değil, ilgilenmemekten kaynaklanan bir tercih olduğunu düşünüyorum. Yazarı, okuyucusu, yayıncısı ve eleştirmeniyle hepimizi içine alan, hepimizin hayat tarzıyla ilgili bir tercih. Yoksulların, yoksulluğun, sınıf ve fırsat eşitsizliğinin edebiyatın dışına itildiği ya da marjinal kaldığı, maddi servetin ve özel mülkiyetin sorgulanamaz bir olguya dönüştüğü, kapitalizmin yasalarının hiç dikkate alınmadığı bir tahayyül dünyasıyla karşı karşıyayız. Zenginlik temasının bu denli yaygınlaşmasının ardında medya dolayımının, zenginlik imgesinin bütün pırıltılı halleriyle sürekli gündemde tutulmasının, hatta bahse değer tek hayat biçimi haline getirilmesinin etkileri var. Edebiyatsa bu hayatın deşifresini değil, sanki böyle bir hayatı yaşayamamanın yarattığı gerilimi düşürmeyi üstleniyor. Artık edebiyat da -reklamlar gibi- arzuyu nesneyle karıştıran, ama sadece bakmaya, hayal etmeye ve arzuların özgürce kabarmasına izin veren, isyan duygusunu törpüleyen büyülü bir ayna. Türk romanının 2000’li yıllardaki temel kavramları özgürlük, güzellik ve güç arzusudur, bu aslında zenginlik arzusudur.Behçet Çelik’in, böyle bir tahayyül dünyasında yaşayan roman kahramanında aynı arzuların varlığı şaşırtıcı değil. Ancak Çelik, hikâyesini ve kahramanını verili dünyanın sınırlarına hapsetmemiş; bu arzuları ekonomik kristalize ederek Ahmet’e gerçek dünyanın, cennetin ve cehennemin kapılarını açıyor. Ahmet’i her anlamda muhasebe yapmaya iten, çelişkileriyle yüzleştiren hayatın acımasız gerçekliğidir. O gerçeklik maddidir...Osmanlı romanındaki ilk ekonomik insan tipleri Ahmet Mithat Efendi’nin Felatun Bey’le Rakım Efendi (1875) romanının kahramanları olan Rakım Efendi ve Felatun Bey’di. Daha önceki metinlerde zengin ve yoksul sadece birer sıfat olmaktan öteye gitmezken, Ahmet Mithat, roman kahramanlarının gelirlerini gözler önüne sererek yoksullaşmanın maddi ölçütlerini belirlemiştir. Onun amacı israfın ve hesapsızlığın neden olacağı felakete ve buna karşılık, çalışarak para kazanmanın ve tutumlu yaşamanın getireceği mutluluğa işaret etmektir. Bu nedenle roman boyunca para konusu üzerinde titizlikle durur, ayrıntılı bilgiler verir... Behçet Çelik’in Ahmet’i de Ahmet Mithat Efendi’nin kahramanları gibi hesaplara boğulmuş durumda;“Kaptırmıştı gene. Ama bu son nokta mühimdi. Neler yapacak, neler yapmayacaktı bundan sonra? Bunları hemen belirlemesi gerekmiyordu, ama şu şarttı; gün boyu uyumayacaktı. İşsizlik neyse de, bütün günü evde uyuklayarak geçiren bir adam olmayacaktı. Tazminatlarının ödeneceği söylenmişti. Kabaca hesaplamıştı alacağı parayı; bir süre idare ederdi. Her durumda bir hafta on gün iş miş aramayacaktı. Kafa dinleyecekti. Ya uzarsa işsizlik? Tazminatlar, bankadaki üç beş kuruş parası bitince ne yapacaktı? Birkaç ay önce arabasını satıp parasını faize yatırmıştı, böylece bir zaman sonra hem arabasını yenileyebilecek, hem de para artırmış olacaktı. Nereden nereye... Neyin hesabını yaparken ne gelmişti başına. Tasarruf etmeliydi bundan sonra. Eskisi gibi yaşamazsa birilerine hep önerdiği gibi, küçülürse tahmininden daha uzun süre yetebilirdi parası.”Ahmet Mithat’ın açtığı yolun güdük kalmışlığından az önce söz etmiştim. Özellikle de 2000’li yıllarda paranın izi iyice yok oldu. Yineliyorum; “Günümüz romanında neredeyse bütün kişi ve karakterler, engellenmiş, bastırılmış, çevresindeki toplumdan bunalmış bireyler halinde resmediliyor. Üstelik bir işleri olduğu hafif bir sesle kulağımıza mırıldansa da, mesai saatlerine, iş hayatının onlar üzerindeki etkilerine, para ile olan ilişkilerine tanık olamıyoruz. Olaylardan çok -yeniden- düşünce ve değerler eksenine çekilen romanlarda, yoksul olmayan, ama daha iyi bir hayatı arzulayan küçük burjuva entelektüelin mutsuzluğu anlatılıyor.”Dünyanın Uğultusu’ndaki kişilerini; Ahmet’i, hatta Aynur’u, Ayla’yı ve diğerlerini maddi varoluş koşullarıyla, iş ve para ile münasebetleriyle birlikte canlandıran Behçet Çelik, romanı derin duygular ve değerli düşünceler dünyasından yeryüzüne indirmiş. Kuşkusuz kapitalist toplumun bunalımını tartışmak, krize çareler, çözümler üretmek iddiasında bulunmuyor. Bireyin çelişik iç ve dış yaşantısının, duygularının, arzu ve korkularının nasıl bir ekonomik/siyasal/toplumsal yapıdan kaynaklandığının görmezden gelmiyor, kendine kapalı bir gerçekliğe hapsolmuyor, bunalımı insan doğasına indirgemiyor.Bir güne sığan anlatımHikâyelerini birinci tekil şahıs ağzından anlatan Behçet Çelik, romanını üçüncü tekil şahıs bakış açısıyla aktarmış. Ancak kahramanının iç monologlarıyla birinci tekil şahıs anlatısına da sıklıkla dönüyor. O, klasik anlatı geleneğini iyi özümlemiş bir yazar. Kendine özgü sakin üslubu, o üsluba yakışır sakinlikteki roman kahramanları, mırıl mırıl akan diliyle geçip giden zamanın hüznünü çok iyi yakalıyor. Hikâyelerinde genellikle- bir güne sığan anlatım zamanının anımsamalar yoluyla genişletiyordu. Dünyanın Uğultusu’nda anlatı zamanı birkaç haftaya çıkarken zaman yine anılar eşliğinde roman kahramanının çocukluk dönemine kadar uzanmış. Böylelikle Ahmet’in bugünkü ruh halinin ve davranış biçimlerinin, olaylara verdiği tepkilerin, özellikle orta sınıfa dair maddi hesapların ipuçlarını yakalamak mümkün.Çelik’in hikâyelerinde erkek karakterlerin baskın olduğu söylenebilir. Nitekim Dünyanın Uğultusu’nun kahramanı da erkek. Ne var ki, Ayla değilse bile Aynur, Ahmet’ten rol çalacak kadar sağlam bir karakter. Aslında sosyal aidiyeti nedeniyle hayatın sıkıntılarıyla çok daha genç yaşta karşılaşan, onları göğüslemesini bilen, dik duruşuyla arayışını sürdüreceğini sezdiren Aynur, dünyayı bir uğultu gibi algılayan Ahmet’in oturmamışlığını ortaya koyması açısından romanın en önemli kozu. Ve eklemek gerekir ki, hem bu yazı hem romanın hikâyesi Aynur merkezinden de kurgulanabilirdi. Zaten Çelik de yüzünü Aynur’a çevirerek bitirmiş romanını;“Belki dışarı çıkar sonra, caddeleri arşınlar, sokaklardan geçer, en çok hangimiz eğleniyor yarışına kendini kaptırmış olanları seyreder. Kendini çoğu gün yokmuş gibi hissetmenin iyi yanının hiçbir yarışın içinde olmamak olduğunu fark eder, bir an bundan sonra hiçbir şeye şaşırmayacakmış gibi gelir, çok değil iki dakika sonra, yanından geçenlere şaşkınlıkla bakar, yılbaşında kar yağdığı için sevinmiş olanlara, bundan medet umanlara şaşırmayı sürdürür.”Kadın erkek ilişkilerini, aile bağlarını, öğrencilik hayatını, eski ve yeni arkadaşlıkları, umulanla bulunan arasındaki uçurumu, geleneksel yapıların yeninin üzerindeki baskısını, iş hayatını, para sıkıntısını, kısacası taşrası ve kentiyle 2000’li yılların toplumsal hayatını karakteristik ayrıntılarda yakalayan “Dünyanın Uğultusu”, Behçet Çelik üslubunu çok iyi yansıtıyor; sade ve şık.

11 Ocak 2009 Pazar

Dünyanın Uğultusu

Behçet Çelik'in Romanı
Dünyanın Uğultusu


KANAT KİTAP, Ocak 2009, 240 sayfa

“İster inan, ister inanma. Aynı nehre bir daha girilir. Bir daha yanıp tutuşulur. Daha önce yaşananlar görmezden gelinir, geceler boyu kaçan uykular, kurgular, kuruntular... Hiçbir uğultu çalınmaz kulağa - sadece kalbin ritmi. Bu da uzun sürmez, çok fazla soru birikmiştir stokta: Ne istiyor bu kadın benden? Akıllı mı, deli mi? Seviyor mu, eğleniyor mu? Sevişecekler mi? Telaş yoktur yine de; yanıtsız soruların bile sevildiği ender anlardan biridir. Bunların dışındaki bütün sorular çocukçadır -akılmış, inançmış; ortalama olmakmış ya da olmamakmış- hepsinin bir yanıtı vardır, yoksa da bulunur. Soru bile sayılmazlar. Sonra bu an da geçer. Böyle bir anın yaşandığı da unutulur – uğultu!”

“Büyük bir acı vardı payımıza düşen, kimisi bunu büyük parçalar halinde çekiyordu, kimisi ufaltıp düşük dozlarda alıyordu. Bir farkı yoktu, bu acıyı öyle ya da böyle çekmenin. Annesi de aynı acıdan mustaripti, ablası da, kendisi de, abisi de... Şu kornaya asılıp yolun bir an önce açılmasını isteyen adam da... Acının miktarı değildi, insanın bunu nasıl yaşadığı, bunun acısını başkalarından çıkarıp çıkarmadığıydı önemli olan. İnsanlar eşit diyenler haklardan, özgürlüklerden söz ediyorlardı, en büyük eşitlik aynı acıyla kavrulmanın ortaklığıydı. Bunu anlatabilmek gerekiyordu insanlara. Hiçbir siyasetçinin aklına gelmez miydi bu? Gelmezdi, gelemezdi, herkes kendi acısıyla meşguldü. Ya da bu acının yerine koyduğu meşguliyetleri vardı herkesin.”